"Basîret" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Basar, gözün görmesi, basiret ise; "kalp gözünün açık olması, kalp gözünün görmesidir."
Maddî gözümüz ancak maddeyi onun da en katı halini görür. Biraz letafet kazananları görmez. Meselâ, insan gözü çiçeği görür, kokusunu görmez; kuşu görür, sesini görmez; meyveyi görür ama tadını görmez. Bunları gören başka cihazlarımız vardır...
"Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garib ve pek çirkin düşer." (Mesnevî-i Nuriye)
İşte gözün ve diğer duyu organlarının göremediği çok hakikatler vardır ki, bunlar kalp ile akıl ile vicdan ile bilinirler.
Nur Külliyatında kalbin tarifi şöyle yapılıyor:
“Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkârı dimağdır.” (İşârât-ü’l İ’caz)
O halde basiretin görmesi denilince, kalbin hem aklen, hem vicdanen bilmesi ve görmesi anlaşılır.
Göz bir eseri gördüğü halde basiret onun yaratıcısını görmezse çok garip düşüyor. Süleymaniye’yi görüp Sinan’ı düşünmemek, hatta kabul etmemek ne kadar garip ve çirkin ise, bir sofradaki nimetleri görüp onları ikram edeni kabul etmemek ondan çok öte bir cehalet yahut nankörlüktür.
Şu kâinat sarayını yapan ve insanı da o saraya münasip bir misafir olarak yaratan “Sâniin manen, kalben görünmemesi,” bazılarında kalb gözünün zafiyetinden yahut körlüğünden ileri gelir. Bunun kaynağı da İkinci Lem’adaki şu cümlede beyan edilmiştir:
“Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” (Lem’alar)
Kalb gözünün kararmasında ve hakikatleri göremez hale gelmesinde işlenen her bir günahın hissesi vardır. Bu günahlara devam edildiği ve tövbe edilmediği takdirde zamanla kalp gözü önce zayıflar, sonra körleşir.
Bir diğer sebep de insan kalbinin, özellikle de insan aklının pek geniş ve ulvî meseleleri kavramaktaki aczini yanlış değerlendirip Sanii inkâra sapmasıdır. Yani, insan kendi aklına sığışmayan meseleleri inkâr etmek gibi çok garip bir hale düşebiliyor. Halbuki bu kainatta gözün gördüğü, ama aklın almadığı sonsuz denecek kadar çok şey vardır. Bunlar karşısında aklın görevi düşünmek, ibret almak, hayret etmek, hayran olmak ve sonsuz bir kemal sahibinin işi olan bu hâdiselere “tekbir” ile mukabele etmektir.
Üstat hazretleri tekbirin tarifinden şöyle buyurur:
“Mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır.” (Sözler)
Biz bir kul olarak Allah’ın kemalini idrakten son derece aciziz. Allah’ın, hepsi sonsuz kemalde olan sıfatlarından sadece kudret sıfatını düşünelim. İlâhî kudret sonsuz olduğundan şu gözümüz önündeki sonsuz işleri gayet kolay yapar, yaratır. Bizim aklımız bunun nasıl olduğunu anlamasa da gözümüz görmektedir. Meselâ, bizim yediğimiz gıdalar iç âlemimizde nice fabrikalardan geçiyor, nice ameliyeler geçiriyor da kan oluyor, et oluyor, kemik oluyor, saç oluyor. Biz bunların hiçbirini kendi irade ve kudretimizle yapıyor değiliz, ama bu işler de yapılıyor. Biz kendi bedenimizdeki bu faaliyetlere müdahale edemediğimiz gibi, bizden çok daha aşağı mertebedeki hayvanlar ve bitkiler de kendi içlerine karışamıyorlar. Denizlerin de içlerindeki balıkların yaratılmasında bir tesirleri yok. Bir tek insan bedeninde bile böyle sonsuz denecek kadar çok iş birlikte görülüyor. Bütün insanları ve bütün canlıları aynı şekilde düşündüğümüzde aklın anlamaktan aciz kaldığı sonsuz bir faaliyet tablosu karşımıza çıkıyor. İşte insan bu sonsuz harika icraatları anlamaktaki aczini tekbir ile, Allahu Ekber demekle dile getiriyor.
Bu hakikat yoluna giremeyen akıllar ise, bu mucize faaliyetlerin birlikte ve bir anda yapılmasını idrakten aciz kalıyor ve o işlerin İlâhî bir kudretle yapıldığını inkâr etmekle yahut onları hiç düşünmemekle kendilerini avutuyor ve aldatıyorlar. Bu inkâr son derece yanlış bir hükümdür.
Göz, görmek için ışığa muhtaç olduğu gibi, kalp de ancak iman nuruyla nurlandığı takdirde basiret sahibi olur.
Kalp gözü kapanmış yahut takatten düşmüş insanlar, eşyanın ve hâdiselerin sadece dış yüzlerini görürler. Varlıklara, Allah namına değil, nefis namına bakarlar. Bu bakışta, ölçü menfaattir. Onlara göre, eşya insana faydalı ise mânalı, aksi hâlde mânasızdır.
Gözün, eşyayı hikmet nazarıyla seyredebilmesi, kalbin temizliğine bağlıdır. Temiz ve berrak bir kalp, hakikatlerin seyrine müsait demektir.
Güneşin taşta, toprakta değil de parlak ve berrak bir aynada kendini göstermesi gibi, hakikatler de böyle kalplere görünürler; oralarda yer tutarlar.
Kalbin nurlanmasında ilk ve en birinci adım imandır; böylece küfür karanlığından kurtulur.
İkinci adım tevhittir. Tevhit ile kalpler şirk zulmetinden azade olurlar.
Üçüncü adım takvadır. Takva ile kalpler günah ve isyan karanlığından uzak dururlar.
Dördüncü kademe salih ameldir. Bununla insanlar adeta melekleşir, hayvanî ve şeytanî hislerden kurtulurlar.
İşte bu dört hakikat kalplerde hükmedebildiği ölçüde basiret gözü açılır ve insan ilâhî hakikatleri o nisbette seyretmeye başlar.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü