"Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir fayda vermiyor; daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz." ifadelerini açar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
"Çünkü o hadsiz mahbuplarınızın bir kısmı size Allaha ısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir faide vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz, dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz." (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.)
Kalp, Allah’ı sevmek için verilmiştir. Allah namına olmayan muhabbetler saadete değil, eleme sebep olur. Bunun en aşikâr delili “mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet” etmesidir.
İnsanın muhabbeti “kâinatı istila” etmiştir, yani kâinat o muhabbetin genişliği yanında çok küçük kalmaktadır. Bütün varlık âlemi sınırlı, insanın muhabbet kabiliyeti ise sonsuzdur.
Üstad Hazretleri muhabbetin sebeplerini “cemal, kemal ve ihsan” olarak sıralanır. Bu âlemde her şey güzeldir; o hâlde her şey sevilmelidir. Yine bu âlemde her varlık mükemmel yaratılmıştır, öyle ise her şey takdir edilmeli ve sevilmelidir. Ve bu âlemde her şey insana bir ihsandır; ışığı çok uzaklardan gözümüze ulaşan bir yıldız da bir yönüyle, bizim için bir ihsandır, zira onu seyretmekten bir zevk duyarız. O hâlde bütün bu ihsanlara karşı kalbimiz muhabbet ve minnetle dolmalıdır.
Aynayı sevmek veya Güneş'in aynadaki aksini sevmek mecazi aşktır. Hakiki aşk güneşi sevmektir. Bir ağaç da Rezzâk isminin bir aynası gibidir, ondan çıkan meyveler ise o güneşin ışığını andırır. Bu ışıklar Rezzak isminin nûrundan gelmektedir. Bunları sevmek mecazi bir sevgidir. Hakikî sevgi, ağacı ve meyveyi değil, Rezzak ismini sevmektir.
İnsandaki korku ve sevgi hisleri ya halka yani mahlukat âlemine yahut Hâlık’a müteveccih olacaktır. Yani insan ya mahluklardan korkacak ve onları sevecektir yahut Allah’tan korkacak ve ona muhabbet edecektir.
“De ki, eğer Allah’a muhabbet ediyorsanız bana ittiba edin, ta ki Allah da sizi sevsin...” (Âl-i İmrân, 3/31)
ayet-i kerimesi Allah sevgisine bir ölçü getirmiştir. Allah’ın zatı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi,onu sevmek de mahlukatı sevmeğe benzemez. Burada ölçü Resul-i Ekreme (asm.) ittiba etmek, ona benzemeye çalışmak ve onun gittiği yoldan gitmektir.
Bu ayet-i kerimeden, Allah korkusunun da başka korkulara benzemeyeceğini öğreniyor ve bunun ölçüsünün de “takva” olacağını anlıyoruz. Yani Allah’tan korkmak ancak takva yolunu tutmakla olur. Allah’ın razı olmadığı ve yasakladığı her şeyden uzak duran kimse korkunun hakikatine ermiş demektir. Artık bu kul, mahlukattan korkmaz. Zira ayette de haber verildiği gibi, bütün varlıklar Allah’ın ordularıdır. O emir vermeden hiçbir varlık ona zarar veremez.
"Muhabbet ise sevdiğin şey, ya seni tanımaz Allah’a ısmarladık demeyip gider -gençliğin ve malın gibi- ya muhabbetin için seni tahkir eder..." (bk. age., Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal)
Şu dünyadaki her türlü saadet geçicidir,
"Bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil." (bk. age., Onuncu Söz, Altıncı Hakikat)
"… madem dünya bir gün bize 'Haydi, dışarı!..' diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız." (Lem'alar, Yirmi Beşinci Lem'a.)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü