"Muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyütür ve genişlik verir ve mahlûkata nazenin bir sultan yapar." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Yüce Allah insanın kalbine sonsuz bir muhabbet yerleştirmiştir. İnsan ya Halık’ını sevecek ya da mahlûkatı.
Şu kâinatta çiçeğinden baharına, zemininden semasına kadar sevdiğimiz, takdir ettiğimiz ve hayran olduğumuz her şey, bütün nimetler, lütuf ve ikramlar Rahman olan Rabbimizin sonsuz hazinesinden gelmekte, O’nun kereminden akmaktadır. Mütefekkir bir insan, kâinatta sergilenen hangi esere baksa “Bundan daha mükemmeli olamaz” der ve o eserlerin sahibini takdir eder, ubudiyetle şükreder ve O’na kurbiyet yani yakınlık kesbeder.
Kalbin fani olan mahlûklara âşık olması ve onlar ile meşgul olması, kalbin manevî bir hastalığıdır; hatta kalbî bir şirktir. Kalb, ulvi hakikatlerle ferahlanır, huzura erer. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurulur:
"Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur." (Rad, 13/ 28)
Bu yüzden insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk, tek mahbub; İlâhî marifet ve muhabbettir. İnsanın midesi taamlarla, gözü ışık ile kulağı seslerle tatmin olurlar, ama kalbin ihtiyacı mahlûkat âlemini çok gerilerde bırakır. O, mahlûklarla değil onların Hâlık’ını anmakla, ona iman ve ibâdet etmekle tatmin olur.
Hastalıklara duçar olduğunda Şafi ismini anmakla tatmin olduğu gibi, ölümü düşündüğünde de Allah’ın Baki ismini hatırlamakla tatmin olur.
Üstad hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’deki muhabbet bahsinde şöyle buyuruyor:
“Böyle nihâyetsiz bir muhabbete layık olacak, ancak nihâyetsiz cemâl ve kemâl sahibi olabilir.”
İnsan her yönüyle sınırlıdır. Boyu ve kilosu sınırlı olduğu gibi, yemesi, içmesi, işitmesi, anlaması da sınırlıdır. Ancak, sevgi hissi bundan müstesnadır. İnsandaki sevgi hissinin sınırı yoktur, ne kadar çok şeyi severse sevsin yine doydum demez, yoruldum demez. İnsan kalbindeki muhabbet sonsuz olduğu için, fâni ve sınırlı eşyaya karşı beslediği sevgiler kalbi asla tatmin edemezler.
İnsan kalbindeki bu sonsuz muhabbet ancak cemâl ve kemâli sonsuz olan Allah için verilmiştir ve kalpler ancak Allah sevgisiyle tatmin olurlar.
“Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.” (Mesnev-i Nuriye)
Haritadaki bir nokta, bir şehri temsil eder, bir kitabın fihristinde yer alan bir konu başlığı kitaptaki o konunun tamamını temsil eder.
Uluslararası bir toplantıya ülkesi adına katılan bir kişinin o ülkeyi temsil etmesi gibi, insanın hafızası levh-i mahfuzu temsil eder, ruhu âlem-i ervâhı, hayali âlem-i misâli temsil eder.
İşte bütün âlemleri temsil eden o kalb bu âlemlerden hiçbiriyle tatmin olmaz. O ancak bütün âlemlerin sahibi ve Rabbi olan Vâhid-i Ehad’e iman ve teslim ile tatmin olur.
Onun gayesi bu fâni eşyayla bir süre birlikte olmak değil, ebedî ve sermedî bir bekadır, cennetteki ebedî saâdettir.
Üstad Hazretleri muhabbet bahsi olan 24. Söz’de; “İnsanın evvela ve bizzat nefsini sevdiğini” tespit ettikten sonra, bunun sebeplerini sıralar. Daha sonra, muhabbetin sebebi olan nimet ve ihsanın, cemal ve kemalin O’na mahsus olduğunu, mahlûkattaki cemalin de kemalin de, ihsanın da ancak sönük bir gölge makamında kalacağını çok yönleriyle izah eder.
Diğer bir husus; muhabbet ilim ve marifetin bir neticesidir. İlim ve marifet ziyadeleştikçe, muhabbet de o nisbette ziyadeleşir. Meyve ağacı meyvesi için dikilip bakıldığı gibi, kâinat ağacının meyvesi ve neticesi de muhabbettir.
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur; hem şu kâinatın rabıtasıdır; hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır." (24. Söz)
Bir hadis-i kudsîde mahlûkatın yaratılış hikmeti şöyle ders veriliyor:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlûkatı var ettim.” (Aclunî, Keşfü'l-Hafa, II/132)
O halde kâinatın yaratılış sebebi Cenâb-ı Hakk’ın “bilinmeye muhabbet” etmesidir.
Allah’ın bütün sıfatları ve isimleri gizli birer hazinedirler. Nitekim esmâ-i İlâhiyeye “künuz-u mahfiyye (gizli hazineler)” denilir. Bu hazinelerin gizli olmaları, görünmemeleri cihetiyledir.
Bütün hayatlar Muhyi isminin hazinesinden, bütün rızıklar Rezzak isminin hazinesinden, bütün şekiller Musavvir isminin hazinesinden gelmektedir. Cenâb-ı Hak bu gizli hazinelerindeki cevherlerin bilinmesini istemiş, buna muhabbet göstermiş ve varlık âlemini yaratarak bütün isim ve sıfatlarını onlarda tecelli ettirmiştir.
Bu yüzden Allah, insana nihayetsiz ve her şeyi kuşatacak bir muhabbet hissi vermiştir. Bu muhabbeti, bu genişliğe ve bu kıvama; ancak tevhid getirir. Zira tevhid kalb ile Allah arasında bir rabıta ve köprüdür. Tevhid kalbin kullanma kılavuzu hükmündedir. Kılavuza göre hareket edilmez ise, kalb âdi ve basit şeyler içinde boğulup gider. Kalbin o muazzam genişliği tevhid olmazsa, basit ve âdi bir mahlûkta meccanen söner gider.
Tevhid, kalbi sahibine yöneltmesi noktasından rehber oluyor. Nasıl tevhid akla rehber olduğu zaman, her şey de Allah’ı bulduruyorsa, aynı tevhid kalbe rehber olduğu zaman da, kalbi kâinatın dağınıklığından ve mecazî aşklarından kurtarıp, hakikî aşk olan Allah’a tevcih ediyor.
İnsandaki korku ve sevgi hisleri ya halka yani mahlûkat âlemine yahut Hâlık’a müteveccih olacaktır. İnsan ya mahlûklardan korkacak ve onları sevecek yahut Allah’tan korkacak ve O’na muhabbet edecektir.
Kalb ancak Allah’a iman ve muhabbet ile tatmin olabilir. Meşru olmayan muhabbetlerin içinde bir azap vardır. Bu azaplardan en ehemmiyetlisi de firak ve ayrılık acısıdır. Şayet insan, Allah’ı sevmek için verilen kalbini mecazî şeylere sarf eder ve kalbini onlara bağlarsa, sonunda ayrılık vakti geldiğinde, sevdiği her bir mecazî sevgi ona müthiş bir azap ve acı kaynağı olur.
Mevcudatı Allah hesabına, O’nun isim ve sıfatlarının tecellisi ve eserleri olduğu için seversek, marifet ve muhabbete vesile olur.
Allah’ın Zâtı hiçbir mahlûkuna benzemediği gibi, onu sevmek de mahlûkatı sevmeğe benzemez. Allah’ı sevmenin ölçüsü O’nun Resulüne (asm.) ittiba etmek, ona uymak, ona benzemeye çalışmak ve onun gittiği yoldan gitmektir.
Allah kelamında da açıkça beyan edildiği gibi, Rabbimiz bize bizden daha yakındır. Biz elimizi boğazımıza sokamazken, O bütün iç organlarımızda, bütün hücre ve atomlarımızda bizzat tasarrufta bulunmaktadır. Bedenimizde ve ruhumuzda her ne varsa, tümünü ezelî ilmiyle O takdir ettiği ve planladığı gibi, bunların tamamını sonsuz kudretiyle yine O yaratmıştır. O halde, insan evvelâ Rabbini sevmeli, kendisine yaptığı bu ihsanlar için şükretmeli ve kendi varlığını da “O’nun en güzel bir mahlûku ve mükemmel bir san’atı” olarak sevmelidir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
İman nuru ve kuvveti arttıkça, Allaha olan irtibat, marifet, muhabbet artıyor. Onun esması ile irtibat artıyor. Basiretimiz ve ferasetimiz de o oranda artıyor. Kainata dağılan bütün irtibat ve muhabbetlerimiz Allah için olunca, O nun (cc) mülkü bizim gibi oluyor. İnsan cüziyyetten külliyete çıkıyor, bu ise ancak Resüllerin gelmesi ile oluyor. Çünkü onların talimi ve terbiyesi ve getirdikleri NUR ancak bizi o mertebeye biiznillallah çıkarabiliyor. Buradan ise iman da zerreden güneşlere kadar mertebe olduğunu gösteriyor. Allah cümlemizi NUR'una mazhar ederek terakki ettirsin.