"İ’lem Eyyühe’l-Aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musîbet gibi olur..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musîbet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın O’nun merhamet kucağına -çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi- leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saâdet-i ebediyeye vesile olsun."(1)
Bu ders Yirmi Dördüncü Söz’deki muhabbet bahsinin çekirdeği hükmündedir. O Söz’de insandaki sevgi ve korku hisleri hakkında “Bu havf ve muhabbet ya halka ya Halıka müteveccih olacak.” ifadesine yer verilir.
"Halk" kelimesi konuşma dilimizde insan toplulukları manasında kullanılmakla birlikte, genel olarak “mahlukat âlemi” demektir. Buna göre, insanın kalbindeki muhabbet ve korku, ya mahluklara teveccüh edecek, yani insan ya mahlukları sevecek ve onlardan korkacak veya Hâlık’ı sevecek ve yine ondan korkacaktır. Dersin devamında, halktan korkmanın bir bela, halka muhabbetin ise bir musibet olduğu beyan ediliyor.
Bu sevgi ve korkunun “Fâtır-ı Hakîme tevcih” edilmesi halinde, korkunun İlahi merhamete ulaştıracağı, muhabbetin de ebedi saadete vesile olacağı kaydediliyor.
Bütün hayırlar Allah’ın elinde olduğu gibi, bütün belaları defedecek de yine O’nun merhametidir.
"Halktan korkmak" denilince, insanlardan gelecek zararlar yanında, zelzeleden, yıldırımdan, selden korkmak da anlaşılır. Bu vesileyle Lem’alardaki şu hikmetli ve ibretli ifadeleri hatırlayalım:
“… sıtmadan müteellim olduğu gibi arzın zezele ve ihtizazından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor...”(2)
İnsan, sıtma oldu mu eli, ayağı titriyor. Zelzele olunca milyonlarca insan, mal ve mülkleriyle birlikte sarsılıyorlar. Kıyamet kopunca da kâinat titreyecek; gezegenler, yıldızlar birbirine vuracaklar. Demek bu üç çeşit titreme arasında kardeşlik var.
İnsan âciz bir varlık; elinin titremesini durduramadığı gibi, zelzeleyi de durduramıyor, kıyameti de durduramıyor.
Burada Allah sevgisi ve korkusu konusunda kısa bir not düşelim.
Allah sevgisinin ölçüsü Âl-i İmrân Sûresi’nin 31. ayet-i kerimesinde şöyle beyan ediliyor:
“De ki: 'Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.' ...”
Allah sevgisinin ölçüsü iman ve salih amellerde Allah Resulüne (asm.) ittiba etmek olduğu gibi, Allah korkusunun ölçüsü de takva konusunda yine Allah Resulünü (asm.) rehber edinmektir. Yani bir mümin, salih amellerini ne kadar çok ve ne derece ihlasla yerine getirirse Allah’ı o kadar seviyor demektir. Ve yine bir mümin haramlardan, günahlardan ve şüphelilerden ne kadar hassasiyetle kaçınıyorsa Allah’tan o kadar korkuyor demektir.
Yoksa, Allah zatında ve sıfatlarında hiçbir varlığa benzemediği gibi, O’nu sevmek de hiçbir mahluku sevmeye benzemez ve yine O’ndan korkmak mahlukattan korkmaya benzemez.
İnsan, annesini de sever, herhangi bir meyveyi de. Bu iki sevgi birbirine hiç benzemez. Keza, insanın babasından korkması da şimşekten korkmasına benzemez. Mahlukatla ilgili sevgi ve korkularda bu kadar farklılık olursa, elbette Allah sevgisi hiçbir sevgiye benzemeyeceği gibi, Allah korkusu da yine hiçbir korkuya benzemeyecektir. Yukarıda arz ettiğimiz gibi birincisinin ölçüsü salih amel, ikincininki ise takvadır.
Korku ve sevgi konusunda Nur Külliyatı'nda şu çok önemli tespit yapılıyor:
“Cemâline muhabbet etmek ve celâlinden havf etmek”
Allah’ın hem cemâlî hem de celâlî isimleri vardır. Allah; Rahmân’dır, Rahîm’dir, Rezzak’tır, Gaffar’dır, Settar’dır, Mücemmil’dir, Müzeyyindir... Bütün bu cemâl ifade eden isimler muhabbeti gerektirir.
Allah; Kahhar’dır, Cebbar'dır, Aziz'dir, Mütekebbir'dir... Celâl ifade eden bu isimler de havfı gerektirir.
Cennet, cemâlî isimlerin, cehennem ise celâlî isimlerin birer tecelli yeridir. Bir mümin, muhabbetini öncelikle cennete değil bu cemalî isimlere, ilahi sıfatlara ve Zat-ı Akdes'e verir. Cenneti de ilâhî lütuf ve ihsanın bir tecelligahı olarak sever.
Keza, bir mümin öncelikle cehennemden değil Allah’ın celâlinden korkar. Cehennemden de celâlî isimlerin en büyük tecelligahı olması cihetiyle korkar.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Lem'alar, İkinci lem'a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez." Bazı insanlara muhabbet edersiniz, onlar tenezzül etmezler; arayıp soran, ilk selam veren hep siz olursunuz. Bu durum ne ile ilgilidir, cümleyi izah eder misiniz?
Buradaki muhabbet bahsi, kalbimizin Allah’a mı yoksa masivaya mı yönelmesi gerektiği ile ilgilidir.
Şayet Allah’a yönelmesi gereken muhabbet duygunu masivaya (Allah’tan gayrı her şey demek) yöneltirsen, peşin ceza olarak ya karşılık göremezsin, yani seni tanımaz ya senin sevgine tenezzül etmez ya da karşılık görsen bile ayrılık sillesini yersin, denilerek muhabbetini sadece ve sadece Allah’a yöneltmen gerektiği ifade ediliyor.
Kalpte Allah sevgisi yerleşmiş ve kararlı bir şekilde oturmuş ise, mahlukatı Onun adına Onun hesabına ve Onun bir sanatı bir eseri bir icraatı olarak sevebiliriz, bunda bir mahzur bulunmuyor. Mesela, sevimli bir çiçeği ya da bebeği, Onun bir ikramı bir sanatı bir hediyesi olarak sevmekte ve Onun sevgisini ziyadeleştirme konusunda kullanmakta bir mahzur olmaz.
Ama eşyayı Allah’tan bağımsız olarak sadece nefse bakan ciheti ile sevmek mecazi bir sevmektir ve bu sevme şekli caiz değildir. İnsanları dalalet ve gaflete götüren en büyük saik dünya ve masiva sevgisidir. Hadisin ifadesi ile bütün hataların başı dünya sevgisidir.
Sılayırahim, arayıp sormak, selamlaşmak gibi şeyler insani ve imani görevlerden olup, muhabbet bahsi ile ilgili değildir. Yani Müslüman selam verir, selam alır, akrabayı ziyaret eder, insanlarla iyi geçinir, bunlar karşılık beklenmeden sırf Allah için yapılması gereken ibadetlerdendir. Bu gibi sosyal ve insani ilişkilerin muhabbet ve tenezzül edip etmeme ile ilgilisi bulunmuyor.
"Muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir." cümlesini izah eder misiniz; ben bazı insanları sevemiyorum, bakış açım nasıl olabilir?
"Sevgi ve muhabbetimizi Allah’a çevirmek" demek, insanlara düşman olmak, onları dışlamak, onlardan nefret etmek anlamına gelmiyor. Bilakis Allah’a olan muhabbetimiz insanları sevmemizi ve onlara karşı merhametli olmamızı gerektiriyor. Çünkü başta insanlar olmak üzere her şey onun mahluku, onun sanatı ve onun eseridir. Yani yaratılanı yaratandan ötürü sevmek.
Hatta eşya Allah’ı sevmemizde bir araç bir vesile bir sebeptir. Çünkü biz Allah’ı sanatları ve eserleri ile tanıyıp sevebiliriz. Öyle ise bizi Allah’a götüren sebeplere ve vesilelere düşmanlık değil, ancak Allah adına muhabbet edebiliriz.
Şayet insanlar kötü ve yanlış yolda ise, onların hidayeti için dua eder onlara yalnız acırız. Yani kin, öfke ve düşmanlık şahsa değil sıfata olur. Yani kötüye değil kötülüğe düşman olunur. Günahkardan değil günahtan nefret edilir.
Allah Resulü (asm)'nün mübarek kalbinde Allah sevgisinden başka bir sevgi yoktu. Lakin O (asm) Allah’ın mahluklarına karşı gayet merhametli, şefkatli nazik ve nezaketli idi. İnsanlara karşı yumuşak ve affedici idi, onları Allah için sever ve sayardı. Biz de bu sünnete uygun hareket etmekle mükellefiz.
"Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir." cümlesini izah eder misiniz, "dünya insanları"ndan kasıt kimler olabilir?
Korkmak ve sevmek insana verilmiş iki temel duygudur. Bu duygular Allah’a sarf edilmek için insana verilmiştir. Ama insanlar bu duyguları yanılarak kendi gibi aciz ve çaresiz insanlara sarf ediyorlar.
İnsan sadece ve sadece Allah’ı sevecek ve ondan korkacak, Allah’ın dışındaki varlıkları sever ve onlardan korkarsa, cezasını peşinen görür. Mesela, mecazi aşkta ya karşılık görmez ya da sevdiği şey fani olduğu için elinden gider ve arkasından bakakalır.
İnsanın, fıtratına konulmuş olan duyguları kökünden söküp atması imkansızdır. Bu sebeple duyguları kökünden söküp atmak yerine, yönünü çevirmek esas olmalıdır. Mesela, düşmanlık hissi insanın fıtri bir duygusudur, bu hissin fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Öyle ise bu duygunun yönünü ve yüzünü mümin kardeşlerimize değil başka taraflara çevirmek gerekir.
Aşk ve muhabbet, insanın en köklü ve en esaslı bir duygusudur, bunun da diğerleri gibi tamamen fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu İlahi veya mecazi aşka çevirmek insanın iradesine bakar. İnsan kalbini İlahi aşka yönlendirme fırsatı ve imkanı varken, bunu mecazi aşkların dalgasına terk ediyor ise, bu mesuliyeti gerektiren bir durumdur. Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi zatı ve isimlerini sevmemiz için bize takmıştır, insan suiistimal ile bu kabiliyeti mecazi aşklara çeviriyor, öyle ise mesuldür.
Allah insana, kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi, ancak ebedi ve solmayan bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır, sevdiğimiz o güzellik ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp, o fena ve fani güzellikler için değil ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip Allah'a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise, iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak, sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek mahbub Allah’tır. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez) deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
Aynı ölçü korku duygusu içinde geçerlidir. İnsan sadece Allah’tan korkmalı ve ona saygılı olmalıdır. Çünkü Allah istemezse kimse bize zarar veremez, Allah isterse de bunu önleyecek bir başka sebep yoktur. Öyle ise korku duygusu sadece Allah’a karşı uygulanması gereken bir duygudur.
"Fâtır-ı Hakîm'e tevcih et ki havfın onun merhamet kucağına leziz bir tezellül olsun." Allah'tan korkan; ne patrondan ne tehditten ne zulümden ne ideolojik baskıdan korkmaz. Peki, Allah'a inanmayanların korkusuzlukları nasıl anlaşılabilir?
İki adam düşünelim; bu adamlardan birisi vadinin içinde dehşetli ve zehirli yılanların olduğunu biliyor, diğeri ise vadinin içinde bulunan yılanlardan haberi yok. Bilen adam vadiye gitmekten imtina eder hatta bir adım bile attıramazsın. Bilmeyen adam ise vadiye gitmekten korkmaz, çekinmez.
Birinci adamın korkusu ilimden ve bilmekten geliyor. İkinci adamın korkusuzluğu ise cehaletten ve bilgisizlikten kaynaklanıyor. Şayet ikinci adam bilmiş olsa o da vadiye gitmekten imtina edecektir.
Kafirler cehennem gibi dehşetli bir yerin olduğunu bilmediği için, dünya hayatına dört elle sarılıyor ve dünyayı tek gaye yapıyorlar. Bu hususta önüne bir engel çıkarsa zulmetmekten, öldürmekten çekinmiyorlar. Ama mümin cehennemi bildiği için, adımları ölçülü ve dengeli oluyor.
Ayrıca hakiki iman sahibi korkak olmaz ve ölmekten çekinmez; şayet korkuyor ve çekiniyorsa, bu iman zafiyetindendir. Haksızlık yapmaktan ve zulmetmekten çekinmek korkaklık değil, Allah korkusudur. Sahabenin cihat meydanlarında ölüme yürümeleri, ölüme hiçe saymaları bunun en bariz örneğidir.
İnkarcı ve cani bir insan, darağacına giderken cehennemi görse idi, acaba aynı metaneti aynı cesareti gösterebilir miydi. Onun cesareti cehaletten ve cehennemi bilmemekten geliyordu.