"Cezr-i Asamm-i Kelami" ne demektir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

ARAPÇA İŞARATÜ’L-İ’CAZ

ان قلت: ايمانهم بعدم ايمانهم محال عقليّ يشبه "الجذر الاصم الكلاميّ"؟

قيل لك: انهم ليسوا مكلفين بالتفصيل حتى يلزم المحال

TÜRKÇE ÇEVİRİSİ

Eğer dersen: Onların, iman etmeyeceklerine imanları[1], aklen imkânsız (muhal) bir şey olup “Cezr-i Asamm-i Kelami”ye benzer.![2]

Sana şöyle cevap verilecektir: Onlar detay ile mükellef durumda değiller ki imkânsız (muhal) olan bir şeyin istenmesi söz konusu olsun.[3]

[1] Yani Peygamber (sav) bu kişileri imana davet etmiştir. Kur’an’ın bir ayeti de (Bakara, 2/6) ayetidir ve bu kişilerin iman etmeyeceklerini kesin olarak ifade etmiştir. O zaman bunları imana davet etmek onları “iman etmemeye imana davet” olmaz mı? Bu da aklen muhal değil midir? Sorunun özü budur.

[2] “Cezr-ı Asamm-i Kelami” ne demektir? Bu konu çok tartışılmış ve çok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hâlâ da ilmi çevrelerde tartışılır.

Biz bu tartışmalara girmeden konunun özünü vermeye çalışacağız. Amacımız, müellif tarafından kullanılan bu ifadenin okuyucular tarafından anlaşılmasını sağlamaktır. Bu ifadede üç kelime yer almaktadır. Şimdi bunları ilmi ve akademik bir tahlil ile ele alalım:

1. CEZİR. Bu kelime ifadenin ana kelimesi olup “KÖK” anlamındadır.

2. ASAMM. Bu kelime sözlükte “SAĞIR” anlamındadır ve birinci kelimenin sıfatıdır. Buna göre “CEZR-İ ASAMM” sağır kök anlamında olmaktadır. Bunun karşıtı “konuşan kök” anlamında olan “CEZR-İ NATIK”tır. Her ikisi de Matematik ilminin terimleri olarak eski İslami kaynaklarda yer almaktadır. Vefatı (H. 537) olan Nesefi, Talibetü’t-Talebe (طلبة الطلبة) adlı eserinde şöyle der:

“Cezr-i natık; hakikatı bilinen (net rakamla çıkarılabilen) köktür. Asamm ise; insanların net rakamına ulaşamadığı ve hep yaklaşık rakam olarak elde ettiği köktür. (bk. C.3 sh. 409). Vefatı (H.610) olan Mutarrizi de “el-Mugrib fi Tertibi’l-Mu’rib” (المغرب في ترتيب المعرب) adlı eserinde şöyle der: “Cezir (kök); matematikteki köktür. Mesela: 10x10=100 eder. Demek ki 100’ün kökü 10 dür. O da iki çeşittir; natık ve asam.” (bk. C. 1. Sh.328). Göründüğü gibi; “cezr-i asam” aslında matematik ilminde yer alan “kök”(cezir) ile ilgili bir terimdir. Ayrıca hem Nesefi hem de Mutarrizi bu kitaplarında, Hz. Aişe (ra) validemizin dua ederken من لا يعلم الجذر الاصم الا هو سبحان(Ondan başka hiç bir kimsenin cezr-i asamı bilmediği zat ne kadar yücedir.) cümlesini kullandığını nakletmektedirler. Bu iki İslam âlimine göre; Hz. Aişe validemiz duasında “cezr-i asam” tabirini kullanırken, matematik ilminde yer alan ve net rakam olarak bulunamayan kök anlamında kullanmıştır. Bu terim daha sonra diğer ilimlerdeki “çözümü bulunamayan sorunlar” için de mecazen kullanılmıştır. İşte yeni kullanıldığı ilmin adı da eklenerek bu terim üç kelimeli hale gelmiştir. Mesela: Mantık ilminde çözümü bulunamadığı iddia edilen bir sorun dile getirilirken “cezr-i asam-i mantıki” tabiri kullanılmışken, usul ilimleriyle ilgili böyle bir sorun için de “cezr-i asam-i usuli” tabiri kullanılmıştır.

3. KELAMİ. Kelam ilmine ait demektir. Kelam; ana konusu iman esasları olan temel İslam ilimlerinden biridir ve halen de İlahiyat fakültelerinde bir anabilim dalı olarak yer almaktadır. Müellif “Cezr-i asam-i kelami” tabirini kullanmıştır. Yani bahsettiği “cezr-i asam” (çözümü bulunamayan sorun) kelam ilmine ait kaynaklarda yer almıştır. Ama müellif “aklen imkânsız” diyerek, bu konunun mantık ilmiyle alakalı olduğuna da işaret etmiştir.

CEZR-İ ASAMM-İ KELAMİ

Daha güzel anlaşılması için konuyu maddeler halinde ayrı ayrı ele alalım:

  1. Mantık ilmiyle alakalı olup çözümü bulunamadığı iddia edilen sorun: Mantık ilminde; iki sıfatın birbirleriyle münasebetini göstermek için kullanılan üç kavram vardır.

  1. Nakiz (نقيض) : Eğer iki sıfat birbirinin nakizi iseler; bu sıfatların bir şeyde birlikte bulunmaları mümkün olmadığı gibi aynı şeyde ikisinin de bulunmaması da mümkün değildir. Yani ikisinden birinin mutlaka bulunması gerekir. Varlık ve yokluk gibi. Çünkü bir şey hem “var” hem “yok” olmaz. Ama aynı zamanda ya “var”dır ya da “yok”tur.

  2. Zıt (ضد) : Eğer iki sıfat birbirinin zıddı iseler; bu sıfatların bir şeyde birlikte bulunmaları mümkün değildir ama aynı şeyde ikisinin de bulunmaması mümkündür. Siyah ve beyaz gibi. Çünkü bir şey hem siyah hem beyaz olmaz; ama ikisi de olmayıp kırmızı veya mavi olabilir.

  3. Farklı (مختلف) : Eğer iki sıfat birbirinden farklı (muhtelif) iseler; bu sıfatların bir şeyde birlikte bulunmaları mümkün olduğu gibi, aynı şeyde ikisinin de bulunmaması da mümkündür. Alim olmak ve Arap olmak gibi..

İlerde açıklamasını yapacağımız cezr-i asam-i kelami meselesinde (a) şıkkında yer alan nakiz iki sıfatın birlikte bulunduğu ileri sürülmüştür.

  1. Müellifin Bakara: 6 ayetinin tefsirinde soru şeklinde dile getirdiği sorun: “Mümin olmak” ve “Mümin olmamak” yukarıda birinci sırada zikredilen “nakiz” kısmına girerler. Çünkü bir kişi hem mümin hem de gayrı mümin olamaz ama aynı zamanda ya mümindir ya da mümin değildir. İşte Bakara suresi 6. ayetine göre; Ebucehil ve Ebuleheb gibi insanlar mümin değil ve olamazlar. Bu kesin bir bilgidir. Buna göre bu insanları imana davet etmek ve mümin olmalarını istemek onlarda “nakiz” durumun oluşmasını istemek olur ki bu da mantık ilmine göre imkânsızdır.

  2. Mantık ilmine ait böyle bir sorunun müellif tarafından “kelami” olarak nitelendirilmesinin hikmeti: Kelam ilmi; iman esaslarını konu edinen bir ilimdir ve İslam’ın en eski ilimlerindendir. Mantık ilmi (Aristo mantığı) ise Abbasiler döneminde İslam âlemine girmiştir. Böylece Kelam âlimleri iman esaslarını (akaid) da mantık ilmiyle açıklama ve ispatlama ihtiyacı duydular. Bunların başında İmam Gazali (H.505) gelir. Onun dönemi bir çizgi kabul edilip ondan öncekilere “mütekaddimin” ve sonrakilere de “müteahhirin” kelam âlimleri denilmiştir. Hatta ondan sonra gelen Adududdin el-İci (H.756) Mantık ilmini Kelam ilminin konuları arasında saymıştır. Sonra gelen Kelam âlimleri de Mantık ilmine o kadar değer vermişler ki, onun hakkında müstakil eserler yazmışlardır. Sadüddin et-Teftazani (H.792), Seyyid Şerif el-Cürcani (H.816) ve Gelenbevi (H.1205) bunların başında gelirler. İman hakikatlerini konu edinen “Risale-i Nur Külliyatı”nı telif eden müellifimiz de Mantık ilminde “Kızıl icaz” adlı çok nükteli ve derin bir eser yazmıştır.

Müellifin “cezr-i asam-i kelami” olarak nitelendirdiği mesele, Teftazani’nin kelam konusunda yazdığı “Şerhü’l-Makasıd” vb. kitaplarda yer almaktadır. Buna binaen “cezr-i asamm”a benzettiği sorunlu konuyu “kelami” olarak nitelendirmiştir.

  1. Cezr-i asam-i kelami meselesi: “Doğru” ve “yalan” sıfatları bir “söz” için nakiz konumundadırlar. Çünkü bir söz hem doğru hem de yalan olamaz; ama aynı zamanda onlardan biri de olmak zorundadır. Oysa özel bir mesele var ki, bu meselede bu iki sıfatın birlikte olma durumu olduğu iddia edilmiştir. Bu da; “Nakiz olan iki sıfat bir şeyde birlikte bulunamazlar” diye bilinen mantık kuralına aykırıdır.

O özel mesele de şudur: Eğer bir adam “Benim bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır.” derse ve o saatte bu cümleden başka bir şey de konuşmazsa, bu adamın konuştuğu bu tek cümle “doğru” mu olur “yalan” mı olur? Hangisini kabul etsek de “nakiz (çelişik) iki sıfatın birlikte bulunma” durumu oluşur. Her iki ihtimali de ayrı ayrı ele alalım.

  1. Adamı bu tek cümlesinde doğru kabul edelim: O zaman bu saatteki bütün konuşmalarının yalan olması gerekir. O tek cümlesi de bu saatte yer alan tek konuşmadır. Bu da onun yalan olmasını gerektirir. Oysa biz onu doğru kabul etmiştik. Bu durumda “nakiz” (çelişik) iki sıfat bir şeyde birlikte bulunmuş olmaktadır.

  2. Adamı yalancı kabul edelim: Adam “Bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır” demiş ve biz onu yalancı kabul ediyoruz. Yani o saatteki bütün konuşmalarının yalan olmadığını kabul etmiş oluyoruz. Zaten o saatte bu cümlesinden başka bir şeyi konuşmadığı için bu cümlesinin doğru olması gerekir. Oysa biz onu yalancı kabul etmiştik. Bu durumda yine “nakiz” (çelişik) iki sıfat bir şeyde birlikte bulunmuş olmaktadır.

İşte Müellifin, “cezr-i asam-i kelami” dediği mesele budur. Bu mesele; çözümsüzlüğü yönüyle matematikteki “cezr- asamm”a benzetilmiş ve mecazen ona da “cezr-i asamm” denilmiştir. Ayrıca “Şerhü’l-Mekasıd” gibi Kelam ilmine ait kitaplarda yer aldığı için “kelami” sıfatı da eklenerek “cezr-i asam-i kelami” olarak nitelendirilmiştir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki “kelami” sıfatının eklenmesi müellife aittir. Önceki âlimler bu meseleden bahsederken genellikle sadece “cezr-i asam” tabirini kullanmışlardır.

ÇÖZÜMÜ

Müellif “cezr-i asamm-i kelami” tabirini kullanmış ve mesele hakkında hiç bilgi vermeden geçmiştir. Bu da -müellife göre- bu meselenin ehl-i ilim yanında bilinmeyen (meçhul) bir mesele olmadığını göstermektedir. Buna binaen öncelikle bu mesele ve çözümü konusundaki eski âlimlerin düşünce ve değerlendirmelerinin yer aldığı kısa bir “tarihçe”yi zikredeceğiz. Sonra da müellifin verdiği cevap doğrultusunda bu meselenin çözümünü ele alacağız.

Tarihçe: Burada, bu meseleyi ele almış olan bütün İslam âlimlerini ele almamız ve onların birbirlerine yaptıkları itiraz ve verdikleri cevaplarını yazmamız uygun değildir. Çünkü otuza yakın farklı cevap bulunmaktadır ve her cevap sahibi diğerlerine eleştiriler getirmiştir. Hatta bazıları bu konuda özel “risale” yazmıştır. Bundan dolayı burada sadece önemli gördüğümüz âlimleri ve bu mesele hakkındaki önemli gördüğümüz değerlendirmelerini zikretmekle yetineceğiz. Bunun da okuyucumuz için ufuk açıcı olacağı kanaatindeyiz.

  1. Ehl-i beyt imamlarından İmam Ali er-Rıza (ra) (H:203): Araştırmalarımız neticesinde elde ettiğimiz verilere göre, bu meseleyi ilk ele alan ve çözüm sunan kişi bu imamdır. Meşhur Osmanlı müfessir Alusi şöyle der: “Mütekaddimin ve müteahhirin ulema da bu meseleyi ele almışlardır. Hatta İmam Ali er-Rıza'dan (ra) da bu meselenin sorulduğu ve onun buna cevap verdiği nakledilmiştir. Onun cevabını gördüm. Ama zeki insanlar için çok kapalı buldum (açık ve tatmin edici değildi).” bk. Alusi, Ğaraibü’l-İğtirab.

  2. Kâtibi (H:675) ve İbn Kemmune (H:683): Ali bin Ömer el-Katibi, Nizamiye müderrislerinden olup Mantık, Felsefe ve Kelam ilimleriyle ilgilenmiştir. En meşhur eseri “er-Risaletü’ş-şemsiye fi’l-kavaidi’l-mantıkiye”dir. Sa’d bin Mansur el-Bağdadi olarak bilinen İbn Kemmune ise, aslen Yahudi olduğundan “el-İsraili” lakabıyla da tanınmıştır. Müslüman olup olmadığı tartışmalıdır. Mantık ve felsefe ile uğraştığı için kelam ilmine de merak salmış ve kelamcı âlimlerle tartışmalara girmiştir. “Cezr-i asamm” meselesinde de onunla birlikte Bağdat’ta bulunan Katibi’den farklı düşünmüş, her biri farklı bir çözüm öngörmüş ve aralarında sert tartışmalar olmuştur.

  3. Teftazani (H:792): Sa’düddin et-Teftazani kendinden öncekilerin çözümlerini kabul etmemiş ve yeni bir çözüm getirmiş ise de, kendi çözümüyle de tatmin olmamış ve sonunda şöyle demiştir: "Bu, kamil akla sahip olanların ve keskin zekaya sahip olanların onun çözümünde tereddütte kaldıkları içinden çıkılmaz bir sorundur. Var olan görüşleri gözden geçirdim ama çok susamış birinin susamışlığını giderecek bir şey elde edemedim. Çok tefekkür ettim ama bana azın azı zahir (anlaşılır) oldu." Teftazani, kendisine zahir olanı zikrettikten sonra şöyle demiştir “Ancak bana göre doğru olan; bu sorun konusunda cevap vermeyi bırakmaktır ve bu problemi çözmede acizliği itiraf etmektir.”

  4. Cürcani (H:816): Seyyid Şerif el-Cürcani’nin bu meselenin çözümü konusunda kullandığı cümleleri vermeden önce onun çözüm metodunu açıklamak istiyorum. Bir kişi “Şu kitap benimdir” dediğinde; kişi “işaret eden” (müşir) olmakta, kitap “işaret edilen” (müşarün ileyh) olmakta ve aralarında “işaret” meydana gelmektedir. Burada “işaret” ayrıdır “işaret edilen” ayrıdır. “işaret”i de “işaret edilen” kapsamına almak mümkün değildir. İşte cezr-i asam olan “Benim bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır” cümlesini de böyle değerlendiren Cürcani şöyle der: “Şüphe yok ki; belirli bir şeye işaret edildiğinde, o işaretin kendisinin de kendi kapsamına girmesi mümkün değildir. Buna binaen, (cezr-i asamm cümlesi olan) o konuşmanın kendisi de yalan olarak nitelendirilen konunun (bu saatteki bütün konuşmalarım) efradından olamaz. Böylece sorun da çözülmüş olur.”

  5. Hayali (H:875): İstanbul fethinden sonra oraya ilk kadı olarak atanan Hızır Bey (H:863), kelam ilminde “el-Kasidetü’n-nuniye” adlı manzum bir eser yazmıştır. Onun öğrencisi olan, Fatih Sultan Mehmet dönemi müderrislerinden olan ve Molla Cami’nin “el-Fevaidü’d-Diyaiye”si, Teftazani’nin “şerhü’l-Akaid”i ve Kutbuddin er-Razi’nin “Şerhü’ş-Şemsiye”si vb. çok kitaba haşiye yazan Şemsüddin Ahmed el-Hayali (الخيالي) de bu esere bir şerh yazmış “Şerhü’l-kasideti’n-nuniye”. İşte bu eserinde Hayali, cez-i asamm meselesini de ele almış ve farklı değerlendirmelerde bulunmuştur.

  6. Devvani (H:908) ve Hafri (H:957): Kazerun şehrine bağlı Devvan köyünde dünyaya gelen, Karakoyunlular döneminde sadaret görevinde bulunan ve Osmanlı sultanlarından ll. Bayezit ile mektuplaşarak iltifat ve hediyelerine mazhar olan İran’lı kelam ve felsefe alimi Celalüddin ed-Devvani, cezr-i asamm konusunda “Nihayetü’l-kelam fi halli şübheti küllu kelami kazib” adında bir risale yazmıştır. Şemsüddin Muhammed el-Hafri de Devvani’nin bu risalesine bir reddiye niteliğinde “İbretü’l-fuzala fi halli şübheti el-cezrü’l-asamm” adında bir risale yazmıştır.

  7. Mevlana Halid eş-Şehrezuri el-Bağdadi (H:1242) ve Alusi (H:1270): Alusi, Mevlana Halid’in (ks) öğrencisidir. Cezr-i asam konusunda hocası ile kendisi arasında geçen konuşmaları “Garaibü’l-igtirab” adlı eserinde şöyle aktarır: Mevla bir gün bana dediler ki: Cezr-i asam ile meşhur olan “mu’dile” (içinden çıkılmaz sorun) hakkında ne dersin? Dedim ki: Açık/tatmin edici bir cevap duymadım. Mevla daha iyi bilir. Dediler ki: Ortada bi sorun yoktur. Bazen bir şey farklı iki yönden olmak üzere çelişik iki sıfata sahip olabilir. (İslami ilimlerde âlim olan bir kişinin fizik ve kimyada cahil olması gibi). Dedim ki: Bu “cezr-i asam” nice büyük âlimleri tereddütte bırakmış ve nice mantıklı konuşkan alimleri dilsiz yapmıştır. Nitekim allame Teftazani bile sonunda şöyle demiştir: “Ancak bana göre doğru olan; bu sorun konusunda cevap vermeyi bırakmaktır ve bu problemi çözmede acizliği itiraf etmektir.”

Alusi, hocasının verdiği cevapla tatmin olmamış ve kendisi farklı iki cevap önermiştir. Ancak o dönemin âlimleri tarafından her iki cevabına da getirilen itirazlar onu tereddüde sevk etmiştir. El-Hafri’nin cevabını ise icmalen (yüzeysel) olarak anlaşılır bulduğunu ama detaylı anlatmak istediğinde zorlandığını açıkça dile getirmiştir.

Müellifin soruya yaklaşımı: Bin yıldan fazla bir zamandır kelam ve mantık âlimleri tarafından tartışılan ve Teftazani gibi allame kabul edilen İslam âlimleri tarafından bile “mu’dile” (içinden çıkılmaz sorun) kabul edilen böyle bir sorun vardır. Kendisi tarafından bu soruna benzetilen Bakara suresi 6. ayetiyle ilgili bir soru hakkında nasıl olur da müellif tek bir cümle ile cevap verip net bir çözüm sunabilir? Bunun hikmetini açıklamaya çalışalım:

Sorularla dile getirilen sorunlar iki kısımdır:

  1. Gerçek sorunlar: Bunların çözümü ya hiç yoktur (Matematikteki cezr-i asam gibi) ya da bulunması çok zordur. Ama soruda dile getirilen sorun bir hakikattir. Buna İslam âlimleri genellikle “mu’dile” معضلة demişlerdir. Hz. Ömer (ra), Hz. Ali’nin (ra) ne kadar değerli ve kendisi için ne kadar önemli olduğunu ifade etmek için “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” dediği gibi, “Ebu Hasan’ı (Ali’si) olmayan her mu’dileden Allah’a sığınırım.” demiştir. bk. İbn Kuteybe, Te’vilu muhtelefi’l-hadis, c.1 sh. 241

  2. Yapay ve yanıltıcı sorunlar: Bunların çözümü olmaz ve bulunamaz çünkü sorun “soru”nun kendisindedir. Soran kişi bu tür bir soruyla, muhatabını yanıltmak ve onu yanlış bir cevap verme zorunda bırakmak istemektedir. Bundan dolayı muhatap, cevabı arama yerine soruyu gözden geçirmeli ve yanıltıcı noktayı tespit edip soruyu ortadan kaldırmalıdır. Eğer muhatap bu durumu fark etmeyip soruyu olduğu gibi hakikat kabul eder ve o doğrultuda cevap vermeye kalkışırsa, vereceği cevap hep yanlış olacaktır. Böylece soran kişi; rakibi olan muhatabını kesin yenilgiye mâhkum etmiş olmaktadır. Bu tür sorulara İslam âlimleri “mağlata” مغلطة veya “uğluta” اغلوطة demişlerdir. Peygamberimiz bu tür soruları sormaktan nehyetmiştir. bk. Ahmed, Musned, Hadis nO: 23687. Ayni, Umdetü’l-kari Şerhu Sahihi’l-Buhari, c.2 sh. 15.

Mağlataya bir örnek: Rakibini kesin yenmek isteyen bir kişi ona şu soruyu sorar: "Söyle bakayım! Peygamberimizin tesbihi 33'lük müydü 99'luk muydu?" Soran kişi bu sorusuyla rakibine "Peygamberin tesbihi zaten vardı, ben senden onun tane sayısını soruyorum." imajını vermektedir. Eğer rakip de bu yanıltıcı imajın farkına varmazsa, soruda verilen hangi şıkkı da seçse cevabı yanlış olacaktır. Çünkü Peygamber'in (sav) tesbihi zaten yoktu.

Müellifin cevabından açıkça anlaşılıyor ki; müellif “cezr-i asam”ı bir mağlata olarak kabul etmiştir. Bakara suresi 6. ayetiyle ilgili soruyu da bu “mağlata”ya benzetmiştir. Buna binaen, soru ile dile getirilen sorunun gerçekte var olmadığına vurgu yaparak soruyu ortadan kaldırmıştır.

[3] Müellifin cevabı: Soru şöyledir: “Onların, iman etmeyeceklerine imanları, aklen imkansız (muhal) bir şey olup “Cezr-i Asamm-i Kelami”ye benzer!” Müellifin cevabı da şudur: “Onlar detay ile mükellef durumda değiller ki imkânsız (muhal) olan bir şeyin istenmesi söz konusu olsun.” Müellifin cevabını şöyle açıklayabiliriz:

  1. Bakara suresi 6. ayet ile ilgili cevabı: İslam’a davet edilen bir gayrimüslimin mükellefiyetleri için iki aşama vardır. Birinci aşamada; Önce Allah’ın varlığına ve birliğine Muhammed (sav)in onun peygamberi olduğuna inanması (kalp ile tasdik) istenir. Sonra -insanlar bunu bilsinler diye- kelime-i şahadet getirmesi (dil ile ikrar) istenir. Bunları yerine getiren kişi “mümin” olmuştur ve birinci aşama bitmiştir. İkinci aşamada; yani “mümin” olduktan sonra Kur’an’da yer alan bütün emir, nehiy ve diğer detaylar ile muhatap ve mükellef olur. Bakara:6 ayeti de bu detaylardan biridir ve birinci aşamada -namaz, oruç, zekât vb. farzları dile getiren ayetler gibi- söz konusu değildir. Buna binaen müellif; soruda yer alan “iman etmeyeceklerine imanları” (Bakara suresi 6. ayetine birinci aşamada iman etmeleri) ifadesini, “soru”nun mağlata noktasını veren yanıltıcı bir ifade olarak kabul etmiştir. Bunu da çok kısa ve öz bir ifade ile şöyle dile getirmiştir: “Onlar detay ile mükellef durumda değiller ki imkânsız (muhal) olan bir şeyin istenmesi söz konusu olsun.” Çünkü onlar daha birinci aşamada olduklarından böyle bir durum söz konusu değildir. Bakara:6 ayeti, bu kişilerin birinci aşamayı geçemeyeceklerini -gaybi bir bilgi olarak- bildirmiş ve durum aynen gerçekleşmiştir. Müellifin cevabına bakıldığında; müellifin sorudaki “mağlata” noktasını tespit edip soruyu temelden ortadan kaldırdığı açıkça görülmektedir. Bu metot, mağlata olan her soruda izlenmesi ve uygulanması gereken bir metottur.

  2. Cezr-i asam ile ilgili cevabı: Müellif Bakara:6 ayeti ile ilgili sorusunda “cezr-i asam-i kelami’ye benzer” diyerek aslında bize “Bu soruya verdiğim cevap cezr-i asam için de geçerlidir.” demektedir. Hakikaten; Bakara:6 ayeti birinci aşamanın kapsamına girmediği gibi, cezr-i asam’da yer alan “Benim bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır.” cümlesi de kendi içinde geçen “bütün konuşmalar” ifadesinin kapsamına giremez.

Bunu biraz açıklayalım: Cezr-i asam sorusu şöyledir: Eğer bir adam “Benim bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır.” derse ve o saatte bu cümleden başka bir şey de konuşmazsa, bu adamın konuştuğu bu tek cümle “doğru” mu olur “yalan” mı olur? Hangisini kabul etsek de “nakiz (çelişik) iki sıfatın birlikte bulunma” durumu oluşur.

ÖNEMLİ NOKTA: Bir konuşmanın “doğru” veya “yalan” olarak nitelendirilebilmesi için o konuşmanın kendi içinde bir bilgi (hüküm, isnad, nisbet, haber) taşıması gerekir.

Mesela: “Ahmet okudu”, “Ahmet okuyor” ve “Ahmet okuyacak” cümleleri ile “Ahmet âlimdir” cümlesi Ahmet hakkında birer bilgi ve haber içermekte, onun hakkında bir hüküm taşımakta ve ona bir şey isnat etmektedirler. Dolayısıyla bunlara “doğru” veya “yanlış” denilebilir ve tartışılabilir. Ama sadece “Ahmet” denilse; bu bir konuşma olur, ama herhangi bir şey ona nispet edilmediği için “doğru” veya “yanlış” olarak nitelendirilemez.

Cezr-i asam’a bakınız: Adam “Bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır.” derken bu saatte meydana gelmiş veya gelecek ve herhangi bir varlıkla ilgili bilgi içeren bütün konuşmaları hakkında “yalandır” diye hüküm vermektedir. Soru soran kişi “ve o saatte bu cümleden başka bir şey konuşmazsa” dediğinde aslında meseleyi bitirmiştir. Çünkü “yalandır” diye nitelendirdiği hiçbir konuşması vücuda gelmemiştir. Soru soran kişinin bundan sonraki “Bu adamın konuştuğu bu tek cümle “doğru” mu olur “yalan” mı olur?“ sorusu tam bir mağlatadır. Çünkü bu tek cümlesiyle o saatteki konuşmaları için “yalandır” hükmünü vermiş ise de ortada konuşma yoktur ve onun bu hükmü havada kalmıştır. Vücuda gelmemiş konuşmalar için “yalandır” hükmünü veren bir cümle hakkında “doğru mu olur yalan mı olur?” diye sorulması mağlata ve yanıltmadan başka bir şey değildir. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz “Ahmet” meselesinde (sadece “Ahmet” denilse; bu bir konuşma olur ama herhangi bir şey ona nispet edilmediği için “doğru” veya “yanlış” olarak nitelendirilemez.) bir kelime konuşulmuş olmasına rağmen doğru veya yanlış diye nitelendirilemiyor. Hiçbir kelimenin geçmediği bir saat için nasıl olur da “Bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır” denilebiliyor. Konuşmalar olmadıktan sonra “yalandır” hükmü havada ve anlamsızdır.

“Benim bu saatteki bütün konuşmalarım yalandır.” cümlesinin kendi kapsamına girmesi mümkün değildir. Faraza girdiğini kabul etsek yine anlamsız olacaktır; çünkü olmamış konuşmalar için “yalandır” hükmünü veren bir cümleye “doğrudur” da diyemezsiniz “yalandır” da diyemezsiniz. Böylece “mağlata” olan sorudaki sorun tespit edilmiş olmakta ve sorunun kendisi ortadan kaldırılmış olmaktadır. Ama soru soran kişi o kadar ustaca soru soruyor ki; sanki bu tek cümlenin kendisi, kendi içinde yer alan “bütün konuşmalarım” ifadesinin zaten kapsamındadır diye bir imaj vermektedir. Hatta o kadar güzel mağlata yapmaktadır ki, hakikatmiş gibi sunduğu bu konu üzerine muhatabına “doğru mu olur yalan mı olur?” sorusunu sormakta ve sorusunda ona -Hz. Peygamber’in (sav) tesbihi ile ilgili soruda olduğu gibi- yanlış ve içinden çıkılmaz iki şık sunmaktadır. Daha da ileri giderek “Hangisini kabul etsek de “nakiz (çelişik) iki sıfatın birlikte bulunma” durumu oluşur.” diyerek rakibinin dikkatini tümüyle çelişkinin ortadan kaldırılmasına yönlendirmektedir. İşte bu sorunun bir mağlata olduğunu fark etmeden onu bir mu’dile olarak kabul eden nice kelam, mantık ve felsefe âlimleri işin içinden çıkamamışlar ve çözüm bulmada aciz kaldıklarını itiraf etmişlerdir. Ama -daha önce verdiğimiz gibi- Cürcani gibi bazı âlimler de bunun bir mağlata olduğunun farkına varmışlar ve detaylı olmasa da cevabın özünü vermişlerdir.

Bunları bilen müellif, ilim ehli ve zeki öğrencileri için “cezr-i asam”ın ismini vermiş, ama onu açıklamadan geçmiştir. Hatta bu “cezr-i asam” meselesini açıklamadan geçmesi, onun bu tefsirini yazarken “gayet zeki olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünerek” yazdığının bir nümunesidir.

Prof. Dr. Hasan TANRIVERDİ

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 1.203
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...