"Dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip" Ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
“Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor...”(1)
Bu cümleyi, her iki nefis bir adamda olup, ona saldırıyor şeklinde değil de, hakikî nefis ayrı olarak, mecazî nefis de ayrı olarak, bulundukları şahısları aldatıyor diye anlamak daha doğru olur. Yoksa iki nefsin aynı anda bir kişide ittifak etmesi manasız olur. Zira hakikî nefis yok edilmeden, mecazî nefse intikal edilemiyor.
Buradan anlaşılıyor ki, mecazî nefis sahipleri de tehlikededir. Nitekim devamındaki cümlede, Üstad Hazretleri kendinden bir misal veriyor. Demek mecazî nefis baskı ve ta’ciz noktasından hakikî nefisten geri kalmıyor.
Mecazî nefis herkeste bulunuyor. Dolayısı ile hakiki nefis faaliyette iken, mecazî nefis de bazen işe destekte bulunuyor, şeklindeki bir mana da çıkabilir.
Nefs-i emmare, insanın nebatî ve hayvanî istek ve arzularının tamamına denir.
Hakiki nefs-i emmare, insana kötülüğü emreden, onun terakkisine ve kemale ermesine hem engel hem de yardımcı olan bir düşmandır. Yardımcıdır, zira rakipsiz ve düşmansız terakki ve tekemmül edilemez. Allah insanın fıtratına koymuş olduğu istidat çekirdeklerini geliştirip büyütmek için, ona nefsi musallat etmiştir. Nefis bu yönü ile çekirdek olan kabiliyetlerimizi ağaç yapmak için bir yardımcıdır. Aynı zamanda düşmandır. Zira insan, nefsine mağlup olursa, bu kez de tedenniye gider.
Mecazî nefs-i emmare ise, hakiki nefsin terbiye ve ıslahından sonra devreye giren, onun tekemmül ve terakkisini temin eden yedek bir nefistir. Bu nefis, insandaki heves, damar, âsab, tabiat ve hissiyat karışımından ortaya çıkan bir histir. Nefs-i emmarenin vazifesini aynı ile belki daha şiddetli olarak devam ettiriyor.
Nefislerini tezkiye ve terbiye eden büyük evliyalar, nefsin yedek kuvveti hükmünde olan bu nefisten şikâyet etmişler. Burada asıl maksat, bu nefsin mahiyeti değil, gayesidir. Gayesi ise insandaki hayır istidatlarının tekemmül ve terakkisine vasıta olmaktır. Büyük zatlar hakiki nefs-i emmareyi tezkiye ve terbiye de etseler, Allah onların lehine olarak ikinci ve mecazî bir düşmanı karşılarına çıkarıyor ve manevî mücadele ölene dek sürüyor.
Bu iki nefsin gaye noktasından, aralarında bir fark yoktur. Sadece mahiyet ve şiddet noktasında bir fark vardır. Nasıl ki, yarışmalarda merhaleler kolaydan zora doğru gider. Her merhale aşıldıkça daha zor bir merhale karşısına çıkar. Aynen bunun gibi, büyük zatlar hakiki nefs-i emmare merhalesini aşsalar da daha zorlarını Allah karşılarına çıkarıyor. Tâ ki manevî terakki ve tekemmül devam edebilsin.
Nefsin, insana kötülüğü emreden ham mertebesine “nefs-i emmare” denilir. İnsan kemâle erdikçe, bu noktayı aşar, nefsini önce kötülemeye başlar, daha sonra onun sözünü dinlemez hale gelir. Bu terakki yolculuğunun sonunda nefis “marziyye” makamına çıkmakla Allah’ın razı olduğu ulvî bir keyfiyete bürünür.
Bu noktada şu sual akla gelir: İnsan bu makama erdikten sonra terakkisi duracak mı? Onu meleklerden ayıran bu en mühim hususiyet tamamen kayıp mı olacak? O da melekler gibi sâfileşince daha da ileri makamlara ulaşması nasıl tahakkuk edecek?
İşte bu merakımızı Nur Külliyatındaki şu enfes tahlil tam mânâsıyla hallediyor.
“Bir zaman evliya-i azîmeden nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve a’sab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir manevî nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zâtlar hakikî nefs-i emmareden değil; belki mecazî bir nefs-i emmareden şekva etmişler.”(2)
Hakikate göre mecaz çok zayıf düşüyor, ama burada durum tam aksi. “Daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden” tâbirleri bu gölge nefsin, nefs-i emmareyi bazen çok gerilerde bıraktığını ifade ediyor.
“Bu da nasıl olur?” diye bir sual aklımıza gelebilir. Ama biraz dikkat ettiğimizde bunun nice misalleriyle hayatımızın âdeta kaynaştığını görürüz. Bakıyoruz, nefsimiz bize kumar oynamayı hoş gösteremiyor, içkiyi emredemiyor, "Namaz kılma!" diyemiyor. Demek ki, bu konularda nefs-i emmarenin üzerimizde bir hâkimiyeti kalmamış, diyoruz.
O büyük insanlara birkaç hususta da olsa birazcık benzeyebilmenin hazzını yaşıyoruz. Ama gel gör ki, dünyanın fâni olduğunu çok iyi bildiğimiz ve mü’minlerin kardeş olduklarına inandığımız halde, bir mü’min kardeşimizin eline geçen fâni bir makamı yahut menfaati kıskanmaktan kendimizi alamıyoruz. Kıskançlık damarı bizde hükmedince, iç âlemimiz altüst oluyor, huzurumuz kaybolup gidiyor. “Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin” diyen Sadi-i Şirazî’den nice ışık yılı uzaklarda kaldığımızı vicdanımız bize teessüfle haber veriyor. Ama biz kıskançlık damarıyla bu dersi de rahatlıkla kulak ardı edebiliyoruz.
İhlas ile halkı irşada çalışan bir büyük insan, bu hizmeti kendisinden daha güzel yapanları gördükçe sevinir, kalbi takdir hisleriyle dolar. Ama insaniyet hali, bazen kendi mensuplarının artmaması yahut azalması karşısında üzüntüye kapıldığı da olur. İşte bu hâl o ince ruhu feverana getirmeye kâfi gelir. “Ben ne yapıyorum? Halkın teveccühüne mi gönül bağlıyorum? Yoksa rızayı bırakıp riyaya mı sapıyorum?” diye derinden derine üzüntü duyar. Defalarca tövbe ve istiğfar eder. İşte bu zatta bir an için mecazî nefs-i emmare hükmetmiş ve onun terakkisinin devamına sebep olmuştur.
Üstadımız, Kastamonu Lâhikası'nda "Risale-i Nurun ve bilhassa İhlâs Risalelerinin o iki nefsin bütün desiselerini izale ettiğini" haber verir. İhlâs Risalesinin tümünde bu tedavinin değişik yönleriyle icra edildiğini görüyoruz. Risalenin baş kısmında; “saadet-i ebediye zararına mânâsız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi-i cüz’iyenin hatırı için ihlası kırma”nın doğuracağı zararlardan söz edilir.
“Hissiyat-ı süfliye” tabiri çok şümullüdür. ‘İzzet-i nefis damarı, ırkçılık damarı, kıskançlık damarı, tembellik damarı, enaniyet damarı‘ gibi ulviyetten uzak her türlü his bu tabirin içine girer.
Demek ki, bazen bu hisler hakikî mânâsıyla olmasa bile hayal mertebesiyle kâmil insanlarda da görülebiliyormuş. İşte o büyük zatların bu süfli hislerin gölgelerine bir an için de olsa kapılmalarını Üstad Hazretleri, “mecazî nefs-i emmare” ile izah ediyor ve bunu bizde hükmeden hakikî nefs-i emmareyle karıştırmayalım, diye de şu hatırlatmayı yapıyor:
“Bu zatlardaki, nefs-i emmare değil, belki a’saba devredilen nefs-i emmarenin vazifesidir. Maraz ise kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir.”(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Kastamonu Lâhikası, 148. Mektup.
(2) bk. age.
(3) bk. Mektûbat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü