"Nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılap eder, fakat silahlarını ve cihazatını asaba devreder." Nefs-i emmare öldükten sonra; nasıl sinir ve damarlarda kalıyor? "Mecazî nefs-i emmareyi" nasıl anlayabiliriz?
Değerli Kardeşimiz;
Her kim olursa olsun nefis ölmez. Ancak nefis terbiye edilerek zararlı halden faydalı hale çevrilebilir. Mücadelenin ömür boyu devam etmesi için nefis, vazifesini asab ve damarlara terk eder ve insanla olan mücadelesini sürdürür.
Ayrıca insanın Allah indinde makamı ne kadar yüce ve âli olursa, baş düşmanı olan nefsi de o kadar şiddetli ve acımasız olur. Masum ve mahfuz olduğu halde Peygamber Efendimiz (asm) dahi Allah’a iltica ederek; “Ya Rab, beni bir an dahi nefsimin eline bırakma.” diye dua etmiştir.
Hz. Yusuf (as.) gibi ulu’l-azm bir peygamber de nefsinden şikâyet ederek şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu ben nefsimi temize çıkarmam. Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister ve kötülüğü emreder.” (Yusuf, 12/53)
Üstad Hazretleri bu ifadeleriyle nefsin tabiatını ve hususiyetini nazara vermekte ve bizleri dikkate davet etmektedir.
Üstad'ımız yaptığı o dünya çapındaki o muhteşem iman hizmetinde nefsine bir hisse çıkarmaması ve gururlanmaması için Kader Risalesi’ni te’liften sonra nefsini karşısına almış, beş fıkra ile ona diz çöktürmüş ve onun şahsında hepimize çok ehemmiyetli bir ders vermiştir.
“Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Zeyl)
Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde anlayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hâle gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz.
Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hâkim olmaya; ikincisi ise, onun yemini verip, iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.
Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu hâller vardır, iyi olduğu hâller vardır.
Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla (bk. Acluni, I, 412.) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir. İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir; batılda inat etmek çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.
İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır.(bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur. Coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi...
İnsana daima kötülüğü emreden "nefs-i emmare" terbiye edilebilir. Böylece onun kötü istek ve arzuları susturulur; nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılap eder. Ancak bu durumda her şey bitmiş değildir. İnsanın imtihanı, mücahedesi ve manevi terakkisinin, ömür boyu devam etmesi için "manevi bir nefs-i emmare" devreye girer. Heves, damar, asab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan bu mecazî nefs, hakikisinden daha şiddetlidir, söz dinlemez ve kötü fiilleri yapmaya teşvik eder. İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatların bile nefs-i emmareden şekva ettikleri söylenir. Hâlbuki onların şekvaları, hakikisinden değil, işte bu mecazî olan nefistendir. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun izleri yine görünür.
Birçok büyük asfiya ve evliya, nefisleri mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalpleri günah kirlerinden arınmış ve nurlanmış, kalbî hastalıklarına ağlayıp sızlanmışlar. Bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Hastalıklar ise, kalbî değil, hayalîdir.
Bu ikinci nefis şuursuz, kör hissiyatla hareket ettiği için, akıl ve kalbin sözlerini dinlemez, ıslah olmaz ve kusurunu görmez. Yalnız musibetler ve elemler ile nefret edebilir veya tam bir fedailikle her hissini, maksadına feda edebilir ve enaniyetini bırakabilir.
Evet, akıl, kalb ve ruhun rağmına olarak nefs, heva, his ve vehme mağlup olup ihlâssızlık gösterenler, mesela kendi sahasında çalışan bir kardeşinin muvaffakiyetini takdir etmeyip; "Neden ben yapmadım?" diyenler, bu vartadan kurtulmak için, ya şefkat tokatı yer uyanırlar ya da enaniyetlerini ayakları altına alıp kusurunu itiraf ederler. Kusurunu itiraf etmek mânevî bir istiğfardır, İnsanı muaccel elem ve azaptan kurtarır.
Bu nedenle, nefs-i emmaresini öldürenlerin, imtihanları ve mücahedeleri vefat edene kadar daha ağır bir şekilde devam eder. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:
"Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından (karışımından) çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor."
"Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin."
"Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor." (Kastamonıu Lahikası, 148. Mektup.)
“Daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlak-ı seyyieyi idame eden” tabiri; “mecazî nefs-i emmâre”nin, nefs-i emmareyi bazen çok gerilerde bıraktığını ifade ediyor. “Bu da nasıl olur?” diye bir sual aklımıza gelebilir. Ama biraz dikkat ettiğimizde hayatımızın bunun nice misalleriyle âdeta kaynaştığını görürüz. Nefsimiz bize kumar oynamayı hoş gösteremiyor, içkiyi emredemiyor, "namaz kılma" diyemiyor. Demek ki, bu konularda nefs-i emmarenin üzerimizde bir hâkimiyeti kalmamış, diyoruz. O büyük insanlara birkaç hususta da olsa birazcık benzeyebilmenin hazzını yaşıyoruz.
Ama gel gör ki, dünyanın fâni olduğunu çok iyi bildiğimiz ve müminlerin kardeş olduklarına inandığımız hâlde, bir mümin kardeşimizin eline geçen fâni bir makamı yahut serveti kıskanmaktan kendimizi alamıyoruz. Kıskançlık damarı bizde hükmedince, iç âlemimiz altüst oluyor, huzurumuz kaybolup gidiyor. “Dünya öyle bir metâ değil ki, nizâa değsin.” diyen Sadi-i Şirazî’den nice ışık yılı uzaklarda kaldığımızı vicdanımız bize teessüfle haber veriyor. Ama biz kıskançlık damarıyla bu dersi de rahatlıkla kulak ardı edebiliyoruz.
İhlas ile halkı irşada çalışan zâtlar, kendisinden daha güzel hizmet yapanları gördükçe sevinir, kalbi takdir hisleriyle dolar. Ama bazen kendi mensuplarının artmaması yahut azalması karşısında üzüntüye kapıldığı da olur. İşte bu hâl o ince ruhu feverana getirmeye kâfi gelir. “Ben ne yapıyorum? Halkın teveccühüne mi gönül bağlıyorum, yoksa rızayı bırakıp riyaya mı sapıyorum?” diye derinden derine üzüntü duyar. Defalarca tövbe eder, istiğfar eder. İşte bu zatta bir an için mecazî nefs-i emmare hükmetmiş ve onun terakkisinin devamına sebep olmuştur...
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü