Fenafillâh, tarikatın bir semeresi midir? Peygamber Efendimiz ve Sahabelerde karşılığı var mı? Tarikat dışında bu mertebeye ulaşmanın imkânı var mı?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Fenafillâh, kelime olarak Allah’ta fani olmak demektir. Istılahta ise, insanın bütün benliğini ve nefsanî arzularını eritip Allah’ın varlığında kaybolmasıdır.

Bazı tasavvuf düşmanlarının iddia ettikleri gibi fenafillâh insan ile Allah’ın -hâşâ- bütünleşmesi, hulul etmesi, mezcolması gibi manalara gelmez. Tam tersine kul kendi benliğini eritir, nefsinin bir vedia olduğunu idrak edip tamamı ile Allah’ın tasarrufuna teslim olur ve tevekkül eder. Allah’ın varlığına öyle bir dikkat kesilir ki, kendi varlığını fark edemez hale gelir. Zayıf ışığın, çok kuvvetli bir ışık yanında fark edilememesi gibi. Mürid bu şekilde Allah’ın varlığında kendini kaybeder ve sadece O’nu görür ve O’na hasr-ı nazar eder.

Fenafillâh, tasavvufî bir ıstılahtır. Velayet-i Kübrada ve sahabelerde bu gibi haller görünmez. Ama tasavvuftaki bu ıstılahlar birebir aynı olmasa da manaları Kur'an ve sünnetten istinbat ve istihrac edilmiştir. Onun için bu mefhumları din dışı görmek doğru değildir.

Tarikat ve tasavvuf mesleği ne kadar tatlı ve parlak da olsa, velayet-i Kübra mesleğine asla yetişemez. Onun için, tarikatın yetiştirdiği en büyük veli, sahabenin en küçüğüne yetişemiyor. Bu bir ehlisünnet kaidesidir. Sahabeler tarikat ve tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan Kur'an ve iksir-i Nebevi ile hakikate vasıl oluyorlar. Üstad Hazretleri; bu zamanda bu mertebeleri ve makamları tasavvuf ve tarikata girmeden Risale-i Nurların temin ettiğini şöyle ifade ediyor.

“İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Tevfîk-i İlâhî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zâhirden hakikate geçebilir. Evet Kur’ân’dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz sûretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve kezâ, maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsâl edici bir yol buldum.

Serîü’s-seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i Hâkimenin şânındandır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Gördüğümüz her şeyin ve şahid olduğumuz her hâdisenin bir sureti bir de hakikati vardır. Bunların hepsinin hakikatleri Allah’ın isimlerine dayanır. “Hakikî hakâik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir” hükmünce, bizim hakikat olarak bildiğimiz ve gördüğümüz şeylerin de hakikatleri vardır, buna göre bu gördüklerimiz hakikî değillerdir, birer suret, birer gölge, birer tecellidirler ve hepsinin hakikati İlâhî isimlere dayanır. Mesela, gördüğümüz bütün rızıklar Rezzak isminin, bütün mahlûkat Hâlık isminin, bütün hayatlar Muhyi isminin birer tecellisi, birer gölgesi hükmündedirler. İşte zahirden hakikate geçmek, bu sûretler âleminde boğulmayıp onlardan esmâya, esmâdan İlâhî sıfatlara ve sonsuz kemaldeki bu isim ve sıfatların sahibi olan Allah’ın marifetine ve muhabbetine ermek demektir. Risale-i Nurlar bunu hakkıyla veriyor.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 8.756
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

bahauddin
Selam-u Aleyküm. Ben Nakşibendi tarikana mensubum. Daha önce de yıllarca Risale-i nur ları okudum. Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki, ben Risale-i nurların tesirini kesinlikle inkar etmiyorum. Bediüzzaman hazretlerinin de çok büyük bir Allah dostu ve kutub bir zat olduğunu biliyorum. Ama sizden artık Allah rızası için rica ediyoruz. Tarikat hakkında bilip bilmeden konuşmayın. ""Tarikat ve tasavvuf mesleği ne kadar tatlı ve parlak da olsa Velayet-i Kübra mesleğine yetişemez."" diyorsunuz. bunun dayanağı nedir. Siz daha tarikatın ne olduğunu (özellikle de Nakşibendiliğin) ve seyri sülukta geçilen yerleri hiç araştırmamışsınız. Mesela Nakşi seyri süluğunda Velayet-i suğra (zil velayeti) seyri süluğun bir aşamasıdır. Daha sonra velayet-i kübra ve velayet-i ulya'da seyr olur ve buraların nurları alınır ve istifaza edilir. Daha sonra bunlardan çok üstün olan (Evet İmam-ı Rabbani hz. lerini ifadesiyle bu kemallerde bir adım ilerlemek diğer üç velayetin (suğra, kübra ve ulya) tümünden daha üstünür.) Nübüvvet ve Risalet kemallleri tahsil olunur. Velayet-i suğrada kalb, velayet-i kübrada nefs, velayet-i ulya'da ahfa hariç diğer üç letaif ve nübüvvet kemallerinde de ahfa latifesi fena bulur. Siz daha en yüksek kemali Velayet-i kübra zannediyorsunuz. Velayet-i kübra peygamberlerin velayetidir. Sahabenin ve Ümmetin büyüklerinin de bundan payı vardır. Ama peygamberlerin asıl üstünlük sebeperi Nübüvvetleridir. Sahabe-i kiram efendilerimizin de derecelerine göre bu kemallerden payları vardır. Ümmetin büyüklerinden bazılarına da bu kemallerden pay verilmiştir. Mesela İmam-ı Rabbani hz.leri ve ondan sonra gelen birçok zat gibi. Bu nübüvvet kemallerine ancak nakşi-müceddidiye yolundan erişilebilir. İleride inşaallah İmam mehdi de de görülecek. Hem Velayet-i Kübra'da Makam Sahibi olan yalnız peygamberlerdir. Onun dışındakilerin Bu makamlardan ve yukarıda bulunan diğer makamlardan derecelerine göre payları vardır. Bu mevzuların tafsilatı Mektubat-ı Rabbani, Mebde ve mead ve Abdullah-ı dehlevi hazretlerinin Makamat-ı mazhariye kitaplarında bulabilirsiniz. Allah için artık tarikatlerle alakalı kesin bilmediğiniz mevzuları tek taraflı olarak (yani sadece risalelerden okuyarak) yazmayın. Nur talebelerine olan muhabbetimizi bu şekilde eksiltmeyin, uhuvveti dağıtmayın. Hemde sadat-ı kiram efendilerimizi incitmeyin. Sizi işinizi yapın tebliğ yapın. İnsanlara Allah'ı anlatın.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
inkişaf
Tasavvuf ve Tarikatı "Velayet-i Kübra" ve marifetullahta en yüksek makam olarak görüp anlayan ve bunu anlatmak isteyenler felsefi pek çok yorumlar yapabilir ve ayetleri ve hadisleri kendi amaçları doğrultusunda tevillerle istedikleri gibi yorumlayabilirler. Bütün bunlar "Tasavvuf ve Tarikat yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak ve seyr-i süluk ile marifetullahta mesafe katetmek için çalışmadır ve en nihayeti "Şeriatın" ve "Hakikatin" bir meselesine yetişemez. Zira Bediüzzaman ve İmam-ı Rabbani gibi Şeriatta ve Velayette müceddit olan Kur'anın hakaıkına ve sırlarına vakıf olanlar tarafından velayet yolu ve makamları "Velayet-i Suğra" olarak isimlendirmişlerdir. Onların kendi kendilerine velayetlerine "Velayet-i kübra" demelerinin bir değeri yoktur. Ehl-i İlim olan müçtehitlerin ve mezhep imamlarının beyan ettiği şeriatın yani Allah'ın emir ve yasaklarının bir meselesine itaatin kazandırdığı Allah'a yakınlığı ve sevabı tasavvufun hiçbir evradı ve ezkarı kazandıramaz. Yani bir farz ibadeti yapmak ve bir haramdan kaçmanın sevabını hiçbir nafile ve evrad ve ezkar kazandıramaz. Sahabe mesleğinin Kur'ana ve İmana hizmetindeki bir meselesine yetişebilmeleri ise zaten mümkün değildir. Velayette kat-ı meratip eden bir velinin velayet yoluyla kazandığı makam Uhutta Hz. Hamza'yı şehit eden Hz. Vahşi'nin "Mescid-i Dırarı" peygamberimizin emri ile yıkmasının sevabına denk gelemez.  Mücedditler zamanın sahibi ve halifeleridirler. Şeriata hizmet eden alimler de onlara bağlı valiler durumundadır. Tasavvuf erbabı da onların altında kaymakam ve köy mutarı mesabesindedirler. Bir köy muhtarı köyde tek adamdır ama kasabadaki kaymakam ve valiye bağlıdır, onlara itaat etmekle yükümlüdür. Kaymakam ve valiler de ilçe ve ilde tek adamdır ama Halifeye ve padişaha itaat etmekle mükelelftirler. Aksi taktirde vazifelerinden azlolunurlar.  Seyr-i Süluku şöyle izah edebiliriz. Seyr-i Süluk yolda yürümek demektir. Tasavvuf yolu emraz-ı kalibiyeyi izale etmek ve sünnete uymayı meslek edinmekle ve marifetullahta terakki için yayan uzun bir yoldan geçmek gerektiğini ifade ederler. Mesela Hacca gideceksiniz ehl-i tasavvuf der ki yayan yürüyerek gitmek daha faziletlidir. Zira Yolda giderken pek çok köylerden, kasabalardan, şehirlerden, dağlardan ve vadilerden geçersiniz. Oralarda şöyle şöyle acaip şeyler görür ve pek çok insanlarla karşılaşır ve onlardan pek çok esrarı öğrenirsiniz ve böylece marifetiniz ve hayretiniz artar imanınız da inkişaf eder. Gittiğiniz yerlerde yaptığınız zikirler ve ibadetlerle şöyle sevaplar kazanırsınız derler. Doğrudur. Ama Kabe'ye ancak 40 günde veya yoldaki zevkli maceralar hoşunuza gider 40 senede varırsınız. Bu arada Kabe'ye yetişmeden ölebilir, yolda eşkiyalar rast gelir mallarınızı ve canınızı alabilir, pek çok tehilkelerle karşılarak kazandılarınızı da kaybedebilirsiniz veya şeytanlar sizin önünüze çıkar yolunuzu değiştirir ve yoldan çıkabilirsiniz. Bu tehlikler vardır.  Tasavvufun "Seyr-i Sülük" mesleğine girmeden ulema ve sahabe gibi gitmek ise Otobüsle ve Uçakla Hacca gitmek gibidir. Daha kolay ve rahat ve daha selametli ve hızlıdır. Otobüsle bir haftada ve uçakla bir iki saatte gider Allah'ın emri olan Hac vazifesini ifa edersiniz ve Kabede kıldığınız iki rekat namazınız da yolda kılacağınız bin rekat namazdan efdal olur ve o sevabı da alarak yolda kırk senede elde edilecek sevaba ve Allah'a yakınlığa Kabede bir ay içinde elde edersiniz ve kazancınız daha çok olur. Ama yolda göreceğiniz pek çok acaip manzara ve hayret edilercek şeylerden mahrum kalırsınız.  Şimdi tasavvuf erbabı yolda gördükleri acaip halleri ve tehlikeleri ve bu tehlikelerden inayet-i ilahi ile kurtulmalarını ve yaptıkları ibadetlerini sizin Kabe'de kazandığınız ibadetten daha üstün görebilirler. Onlara bu sizin seyriniz önemsizdir, bizim kazanımımız daha çoktur deseniz de inandıramazsınız. Zira onlar macerayı seven ve ona önem veren kişilerdir.  İşin hakikati ve esası budur. Bu nedenle siz onlara karışmayın kendi mesleğinizin de değerini bilin. Onlara özeniyorsanız o zaman onlarla beraber o tehlikeli yollarda yürümeye devam edin, biz sizi gelebilirseniz Kabe'de bekleriz...
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
karolin
Fenafillah o halde hiçlik makamıdır diyebilir miyiz? Kendi benliğini Hakta eritip,bütün sahiplenme duygularından vazgeçip,elinde sadece cüz-i ihtiyari olduğunu bilmektir.Aslında hiçlik makamı bir parça vahdetül vücuttan da esinlenmiş olanilir.Aynı düşüncenin ürünü gibi..Doğru muyum?
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)
İnsanın İlahi kudret karşısında acz ve fakrını görmesi ve yaratma ve benlik açısından bir hiç olduğunu idrak etmesi vahdet-i vücuda mahsus değildir. Vahdet-i Vücut çok farklı bir meşreptir. Oysa acz ve fakr yolunda eşyanın vücudu kabul edilir ama edilgen şeklinde kabul edilir. Oysa vahdet-i vücutta eşya ontolojik olarak kabul edilmiyor.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
karolin
O zaman hiçlik makamını;acz ve fakr ile beraber değerlendirip elinde cüz-i iradeden başka birşey olmaması gibi mi düşüneceğiz?
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)
Evet bu şekilde değerlendirmeliyiz. Cüzi iradeyi de günahlarımıza sahip çıkabilmek için bırakmalıyız.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
bahauddin
İnkişaf kardeşim hakkını helal et ama kibir kokan bir yorum yapmışsın bence düzelt. Biz Kabede sizi bekliyoruz. Sizde varabilirseniz gibi küçümseyici ifadeler hiç hoş olmamış. Yazdığınız yorumla ilgili olarak ise; Deveye demişler boynun eğri, nerem doğru ki demiş, daha başka bir yorum yazamıyorum çünki yorumunuzun tasavvufi ve ilmi açıdan inanın hangi bir yerini düzelteceğimi bilemiyorum.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...