"Halktan havf ise elim bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belalı bir musibettir." cümlesini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Halktan havf" denilince sadece insanlardan korkmak anlaşılmamalı. Halk kelimesi bütün mahlukat âlemini içine alır. Zelzeleden, yıldırımdan, selden ve böyle bizi tanımayan nice varlıklardan da zarar görme ihtimalimiz söz konusudur. Ancak bunlardan korkmanın hiçbir manası yoktur. Zira Üstad'ın ifadesiyle bunlar bizi tanımazlar ve istirhamımızı kabul etmezler. Öyle ise bunları yaratan ve dizginlerini tutan Allah’tan kokmak, ona sığınmak lazımdır ki bu mahlukatın bize musallat olmasına fırsat vermesin. İnsanlardan gelecek zarar ve tehlikelerden de yine Rabbü’n-nas olan Allah’a sığınmak gerekir.
Aksi halde, mahlukattan korkmak insan için elem verici bir bela olur.
Halka muhabbete gelince, onları Allah namına sevmediğimiz taktirde bu sevgi bizim için bir musibet olur. Bize hiçbir sevap kazandırmadığı gibi, sebeplere fazla önem vermekle gizli şirke girmemize de yol açabilir. Bu ise insan için manevi bir felakettir. Kaldı ki, her insan öncelikle kendi nefsini sevdiğine göre onun nefsini memnun etmeye de çoğu zaman muvaffak olamayız ve sıkıntıya düşeriz.
O hâlde, halkı Allah namına sevmeli, onlardan gelmesi muhtemel zararlar için de tedbir alma vazifemizi noksansız yerine getirdikten sonra Rabbimize tevekkül etmeliyiz.
“Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”(1)
İlave bilgi için tıklayınız:
1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Üstad hazretleri kalbin batını ile kalbin zahirinden bahsediyor. Hutbe-i Şamiye isimli eserinde, "Cenab-ı Hak kalbin zahirini mahlukat için yaratmıştır. Kalbin batınını ise kendisi için yaratmıştır. Şayet insan kalbin batınına Allah’ın muhabbet ve sevgisinden başka muhabbetleri koyarsa, Allah darılır. Maksudunun aksiyle tokat vurur." demektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, insanların mahlukata ve Allah’a muhabbetleri farklı kalp bölümleri ve alanlarında gerçekleşmelidir. Şayet kalbin batını -Allah'a verilmesi gerekirken- mahlukata verilirse, o zaman maksudun aksiyle tokat gelecektir. Elbette insan, peygamberleri, baharı, kendisini, havanları, anne ve babasını, güzel yemekleri, eşini ve çocuklarını sevecektir. Bunda bir mahsur yoktur. Ama bunları zahiri kalp ile sevmek icab eder. Batını kalp ile sevilmez ve sevilmemelidir. Aynı şekilde korku damarını da öylece kullanmak gerekir. Yani mahlukatın şerli kısmından kalbin zahiri itibariyle korkup, onlara göre tedbir almak gerekir. Ama hakiki korku Allah’a verilmelidir. Çünkü, bize musallat olan o zararlı mahlukun dizgini yine Allah’ın elindedir. Şayet kalbin batınında Allah'ın korkusundan başka, mahlukatın korkusu da yerleşirse, Allah bu insanın kalbini yaralar. O mahlukun elinde tazip eder. Peygamber efendimiz (a.s.m) "Ya rabbi! senden ve senden korkmayandan korkarım!" derken bu hakikatı da izah etmiş oluyor.
ŞU KISIM MAKAM İTİBARİYLE DOĞRU OLUR İNŞAALLAH.Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir." İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ı manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: [b]"Biz hizb-ül Kur'anız. "Şüphesiz ki Kur'ân'ı Biz indirdik; onu koruyan da elbette Biziz." [/b](Hicr Sûresi: 15:9. ) sırrıyla, Kur'anın kal'asındayız. [b]"Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." [/b](Âl-i İmrân Sûresi: 3:173) etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile, şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarımızla sevkedemezsiniz!" Ve deyiniz: "Acaba hizmet-i Kur'aniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim bela görmüş ki, biz de göreceğiz ve o görmek ihtimali ile telaş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hâdisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mes'ele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen; bin değil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!" deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarının ağzına vurup tardetmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki: [b]"Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız!" [/b]Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde manen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünki derler: "Bunlar mâdem kendilerine sâdık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar." Mâdem hakikat budur. Hem mâdem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansız zalime karşı za'f göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci' eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!.. Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'nin âzası idim. Bana dediler: "Bir cevap ver." Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar. Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünki o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiştim. Şimdi diyorum: Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur'anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir. Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!." Evet, "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!"(1)
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektub