"Hayatî, vücûdî, nurânî şeylerin îcadında üç nokta var: Birinci Nokta: Kudretin umûr-u hasîse ile zâhiren mübâşereti görünmemek için perde olmak üzere esbab vaz' edilmiştir..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ın iki türlü yaratması var; biri ibda, diğeri inşa.
"İbda"da sebepler vazife yapmıyorlar, eşya sebepsiz ve doğrudan yaratılıyor. Ahiret kudret âlemi olduğu için, oradaki bütün yaratmalar hep ibda ile olacak.
"İnşa"da sebepler devreye sokuluyor ve eşya bir anda değil, kademeli olarak, safhalar halinde yaratılıyor. Dünyada hikmet daha hâkim olduğu için, burada terbiye fiili daha çok icra ediliyor. Yâni, her şey belli bir terbiyeden geçerek, zaman içinde kemale erip son şeklini alıyor. Kâinatın altı devrede yaratılışından, çekirdeğin kademeli olarak ağaç olmasına ve insanın ana rahminde dokuz ay terbiye görerek bu dünya hayatına hazırlanmasına kadar çok şeyde hep terbiye fiili nazara çarpıyor. Belki de buna bir işaret olarak Fatiha sûresinde Allah ismini hemen Rabbü’l-âlemîn ismi takip ediyor.
Terbiye fiilinin hâkim olduğu bu hikmet dünyasında yaratma fiili birtakım sebeplere bağlandığı gibi, belâ ve musibetler, hastalık ve ölümler de yine sebeplere bağlanmış. Ölüme, hastalıklar, afetler, kazalar sebep kılınıyor.
Dünyaya gelme gibi, gitme de sebepler dairesinde oluyor. İnsan, musibet ve hastalıkların arkasındaki hikmet ve rahmet cilvelerini tam hissedemediğinden bunlar sebeplerle icra ediliyorlar, tâ ki bu gibi hoşa gitmeyen hâdiselerle “kudretin bizzât mübaşereti görünmesin.” İnsanlar da belânın geldiği ilk anda bu sebeplere nazar ederek kader ve kazaya itirazdan kurtulsunlar. Meselâ, bir trafik kazasında yakınını kaybeden bir insan evvela şoförün hatalı sollaması, uykusuz olarak araba kullanması, yolların bozukluğu gibi sebeplere bakar ve itirazlarını bu sebeplere yapar. Cenaze defnedilip taziye safhası başladığında baş sağlığına gelen herkes “El-hükmü lillah” diyerek, o mevtanın bu dünya hayatını tamamlayıp berzah âlemine göçmesinin Allah’ın bir hükmü olduğunu ifade ederler.
Bir başka misâl: Meyveyi Allah yaratıyor, ama çiçek açma zamanındaki soğuk bir hava yahut bir dolu vurması neticesinde o sene meyve alınamıyor. Bu üzücü durumu açıklarken herkes soğuk havaya yahut doluya nazar ediyorlar. Böylece istenmeyen bu netice ile “kudretin bizzât mübaşereti” görünmemiş oluyor.
Umur-u hasise; kötü, basit ve görünüş bakımından Allah’ın isimlerine uygun düşmeyen çirkin işler demektir.
Aslında "hasis" dediğimiz işlerin bütün hikmetleri ve içyüzü bilinse, çirkin ve hasis olmadıkları anlaşılır. Lakin hasis işlerdeki gizli güzellik ve kemaller, herkes tarafından görülemediği için, Allah bu işlerde sebepleri vaz’ ediyor.
Eşyanın iki yüzü var; birisi mülk, diğeri ise melekût.
İnsanın bedeni mülk, ruhu melekûttur. Aynı şekilde, bu âlemin de görünen kısmı mülk, onda vazife yapan manevî kanunlar ise melekût olurlar.
Mülk, eşyanın dış yüzüdür. Bu yüzde zıtlar iç içedir. İyi kötü, güzel çirkin, ağır hafif, büyük küçük beraber bulunuyor. Eşyanın melekût yüzünde, yani iç yüzünde her şey şeffaf ve berraktır.
Hâdiselerin görünen yüzleri mülk, onların arkasında saklı olan hikmet ciheti ise melekûttur. Bizler sadece eşyanın ve hâdiselerin bize bakan mülk cihetini görüyoruz.
Aynanın renkli yüzü çok farklı renklerde olabilir. Fakat bu farklılık parlak yüzüne tesir etmez, hatta bazen ona kuvvet verir. Arka yüzünü ne kadar koyulaştırsak ön yüz o derece parlak görünür. Onun gibi hâdiselerin de iki yüzü vardır. Bize bakan yüzü aynanın renkli kısmına benzer. Allah'ın takdirine ve yaratmasına bakan yüzü ise aynanın şeffaf yüzü gibidir. Daima parlaktır.
Mesela; hastalık ve ölüm gibi hâdiseler insana bakan yüzü ile karanlık görülebilir. Fakat Allah'a bakan yüzünde hiç bir karanlık söz konusu değildir. Sıhhat rahmet olduğu gibi, hastalık da günahlara keffaret olması itibariyle rahmettir. Hayat rahmet olduğu gibi, ölüm de dünyadan daha güzel bir âleme gitmeye vesile olduğu için rahmettir ve güzeldir.
Arka yüz, eşya ve hâdiselerin bizim muhatap olduğumuz cihetleridir. Onların arkasında saklı güzellikleri göremeyince, hemen itiraz yahut şikâyet yolunu tutmayalım diye sebepler yaratılmıştır. Mesela ölüm, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âleme göç etmektir. Bu, ölümün melekût cihetidir. Bu güzelliğin ortaya çıkmasında Azrail aleyhisselam vazife yapmaktadır. Onun vazifesi de bir perdedir, ölümün hakiki güzelliği Cenab-ı Hakk’ın Mümit yani ölümü veren isminin güzelliğidir. Mahlûkatın ve hâdisatın melekût ciheti, onlarda tecelli eden İlâhî isimler ve sıfatlardır.
"Hayat, vücûd ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf"
Hayat bir şeyden yapılmıyor, meyvenin ağaçtan olması gibi bir başka şeyden doğmuyor; Allah doğrudan yaratıyor. Üstadımızın da işaret ettiği gibi, henüz en aşağı hayat tabakası olan çekirdekteki ukde-i hayatın bile ne olduğu kesin bilinmiş değil. Bir tohumu kaynattık mı onda bir şey ölüyor ve artık ondan bir mahsul alınamıyor. İşte o şeyin ne olduğu, nasıl doğduğu ve niçin öldüğü sualleri insan aklının meçhulü olmaya devam ediyor.
Hayatın kemali insan ruhundaki hayattır. İnsan bedeni sebeplerle yaratıldığı halde, ruh sebepsiz yaratılıyor. Ana rahminde bir çeşit nebatî hayat süren bedene, yolculuğunun belli bir safhasında ruh ilka ediliyor ve bir anda insan hayatı mertebesine çıkıyor.
Kâinattaki hiçbir elementte hayat yok, hiçbir atomda hayat yok, ama onlardan yapılan hücrelerde, onlarda bulunmayan bir hususiyet çıkıyor ortaya: Hayat
Vücûdun sebepsiz yaratılmasına gelince, burada vücud kelimesi beden olarak değil, lügat mânasıyla yâni “varlık” olarak düşünülecektir. Var olmanın maddî bir sebebi yok. Onun için bir sebep düşünülse varlığın sebebinin “yokluk” olması lazım. Allah varlığı doğrudan yaratıyor. Bunun da en bariz misali ruhun ve meleklerin yaratılması. İbda yoluyla yaratılan her şeyde bu mâna açıkça görülüyor. İnşada da -Nurlarda beyan edildiği gibi- madde-i asliyesinden başka bütün hususiyetler, şekiller, sıfatlar yine yoktan yaratılıyorlar. Madde de Allah’ın kudretinin tecellisi olarak, enerjinin kesifleşmesi yoluyla meydana geliyor. Nitekim o maddeyi teşkil eden atomlar parçalandığında yine enerji ortaya çıkıyor. Yani, madde de bir başka şeyden değil, Allah’ın kudret sıfatının bir tecellisi olan enerjinin kesifleşmesiyle doğrudan yaratılıyor.
Nur da öyle. Buna misal olarak iman ve hidâyeti verebiliriz. Peygamberler ve mürşidler insanların iman ve hidâyetine vesile olurlar, vasıta olurlar, ama iman ve hidâyet doğrudan Allah’ın bir ihsanı olarak kalplere hâkim olur.
"Kudret-i ezelîyenin tesirinde, tasniinde külfet yoktur."
Meyve için ağaç lazım, ağaç olmasa meyve olmaz deniliyor. Allah dilerse meyveyi ağaçsız da yaratır. O’nun yaratmasında külfet de yoktur, sebeplere ihtiyaç da yoktur. Dilerse muhteşem bir ağaçtan meyve olarak cevizi çıkarır, dilerse ince bir saptan cevizin yüz katı büyüklüğünde bir karpuz veya kavun çıkarır.
Meyveler için ağaçların sebep kılınmaları başka hikmetler içindir. Narin ve nazik bir çekirdekten o muhteşem ve sert ağaçları çıkarmak gibi, o sert ağaçlardan yumuşak meyveler çıkarmak da Allah’ın ayrı san’atlarıdır. Ayrıca o ağaçlar bizim hem oksijen kaynağımızdır, hem bahçemizin süsü, hem gölgesinde dinlendiğimiz bir yardımcımız.
"Şöyle mu'cizâtıyla malûm olan kudret sahibinin vücûdu, zuhuru; kâinatın vücûdundan, zuhurundan daha zâhirdir."
San’at harikası bir eseri seyreden kişi devamlı olarak onun mimarını hatırlar. Eserin hangi hususiyetine vakıf olsa, mimarın ayrı bir kabiliyetine hayranlık duyar. Kalbi, o eser sahibine muhabbetle dolar. Artık böyle bir insan için o sanatkârın varlığı eserinin varlığından çok daha açıktır.
Keza, hattâtlık san’atına vakıf bir insan harika bir hattı seyrettiğinde aklı ve kalbi sürekli olarak san’atın mükemmelliğiyle meşgul olur. Yazının kendisinden çok, onda sergilenen san’ata nazar eder.
Marifetullahta ileri giden ve her mahlûku Allah’ın isim ve sıfatlarının birer aynası olarak gören bir kâmil mü’min de mahlûkatı tefekkür ettiğinde, kalbi ve ruhu o mahlûktan çok daha fazla onun yaratıcısının hikmetiyle, ilmiyle, san’atıyla, rahmetiyle alâkadar olur. “Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlâhîyedir” hakikatine vakıf olan bu arif zât, her neye baksa onun arkasında bir veya daha fazla ismin tecellisini görür. Aynalara hayran olmakla oyalanmaz, onlarda kendini gösteren güneşe nazar eder.
Bunun bir misâli de insanda kendini gösterir. İnsanın bedeni ruhun hanesidir ve hizmetçisidir. İnsan, karşısındaki şahsın bedenine muhatap olmakla birlikte, o beden kendi varlığından daha açık olarak ruhun varlığını gösterir. İnsanın konuşması, hareket etmesi, görmesi, işitmesi ve daha nice işleri ve sıfatları ruhun varlığından haber verirler. Zâhirde konuşan dil ise de hakikatte ruhun konuşma sıfatı onunla kendini göstermektedir.
Üstadımız gözü; "ruhun penceresi" olarak tavsif ediyor. Zâhirde bakan gözdür, ama hakikatte eşyayı gören gözün kendisi değil, o pencereden harice bakan ruhtur.
Ve ruhun varlığı bedenin varlığından çok daha açık ve çok daha aşikârdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Hayat,vücut,nur ve rahmetteki "pek ince,nazik perdeleri andıran vesait" leri somut örneklerle açıklayabilir misiniz?
Bunların altında "dest-i kudret"i nasıl görebiliriz ?
Vücut yoktan var etmek ile oluyor, ışığa sebep olan şeyler gayet basit ve sönük, bilim rahmetin en somut örneği olan yağmurun bileşenini çözmekten aciz vesaire.