"Her şeyin bâtını zahirinden daha lâtif, daha şeffaftır. Bu ise, Sâni’in o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin Sânii tarafından temin edildiği cihetle de..." Devamıyla izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Her şeyin bâtını zahirinden daha lâtif, daha şeffaftır. Bu ise, Sâniin o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin Sânii tarafından temin edildiği cihetle de Sâniin o şeyde dahil olmamasını iktiza eder. Öyleyse, bir masnûun zâtına bakılırsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa, Sâniin fevkalküll bir sem’ ve basara mâlik olduğu görünür."

"Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i Âlem, âlemde dahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle her şeyin içinde olduğu gibi, her şeyin fevkindedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür..."(1)

Her şeyin iç yüzü zâhirinden yani dışından daha lâtif ve daha şeffaftır.

İnsanın zâhiri bedeni, bâtını ise ruhudur. Ruh bedenden daha lâtiftir. Yer küremizin zâhiri toprak tabakası, bâtını yer çekimi kanunudur. Bu kanun da topraktan daha lâtiftir.

“Bir şeyde iki cihet var: Biri, mülk -âyinenin mülevven vechi gibi, ezdâd ona vârid oluyor. Çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir. Esbab bu cihette vardır. İzhâr-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister. İkinci cihet, melekûtiyet cihetidir: Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücud, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan, mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.”

Aynanın bir şeffaf ve parlak yüzü var, bir de pürüzlü ve parlak olmayan kesif yüzü. Aynanın şeffaf ve parlak yüzünde her şey berrak ve zahir iken, pürüzlü ve kesif yüzünde her şey karmaşık ve bulanıktır.

Mülevven aynanın siyah tarafıdır ve hakikatte eşyanın mülk yüzünü temsil eder. Aynanın parlak yüzü ise, eşyanın melekût yani iç yüzünü temsil eder.

Her şeyin dışına mülk içine melekût denildiğine göre, yumurtanın kabuğu mülk, içi melekûttur.

Hâdiselerin görünen yüzleri mülk, onların arkasında saklı olan hikmet ciheti ise melekûttur. Bizler sadece eşyanın ve hâdiselerin bize bakan mülk cihetini görüyoruz; melekût cihetini ise akılla ve iman nuru ile görebiliriz.

Aynanın renkli yüzü çok farklı renklerde olabilir. Fakat bu farklılık parlak yüzü etkilemez, hatta bazen ona kuvvet verir. Arka yüzünü ne kadar koyulaştırsak ön yüz o derece parlak görünür. Onun gibi hâdiselerin de iki yüzü vardır. Bize bakan yüzü aynanın renkli kısmına benzer. Allah'a bakan hikmet ve rahmet yüzü ise aynanın şeffaf yüzü gibidir. Daima parlaktır.

Mesela; hastalık ve ölüm gibi hâdiseler insana bakan yüzü ile karanlık görülebilir. Fakat Allah'a bakan yüzünde hiç bir karanlık söz konusu değildir. Sıhhat rahmet olduğu gibi, hastalık da günahlara keffaret olması itibariyle rahmettir. Hayat rahmet olduğu gibi, ölüm de dünyadan daha güzel bir âleme gitmeye vesile olduğu için rahmettir ve güzeldir.

Arka yüz, eşya ve hâdiselerin bizim muhatab olduğumuz cihetleridir. Onların arkasında saklı güzellikleri göremeyince, hemen itiraz yahut şikâyet yolunu tutmayalım diye sebepler yaratılmıştır. Mesela; ölüm, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âleme göç etmektir. Bu, ölümün melekût cihetidir. Bu güzelliğin ortaya çıkmasında hastalıklar ve musibetler vazife yapmaktadır. Bunlar da bir perdedir, ölümün hakiki güzelliği Cenab-ı Hakk’ın Mümit yani, ölümü veren isminin güzelliğidir. Mahlûkatın ve hâdisatın melekût ciheti, onlarda tecelli eden İlâhî isimler ve sıfatlardır.

“Hem her eser-i Samedanî bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâl’in esmâsını bildirir. Nakıştan mânaya geçsen esmâ yoluyla müsemmayı bulursun.” (Sözler)

Nakış, eşyanın mülk cihetidir; mâna ise melekût ciheti. Bir meyvenin de taşıdığı hususiyetler birer nakış gibidir. Mâna ise onda tecelli eden Mün’im, Rezzak, Kerîm ve Rahmân gibi isimlerdir. Bu isimlerde sebeplerin hiçbir hissesi yoktur. Yani sebepler “nimet verici, rızık verici, ikram edici” olmaktan çok uzaktırlar. Cenab-ı Hak meyve ağacını bir tezgâh olarak planlamış ve yaratmış, ondan meyveler çıkararak esmâsını tecelli ettirmiştir.

“… Esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur.” (Sözler)

Sebepler ancak eşyanın “mülk cihetinde,” yani dış yüzlerinde vazife yaparlar; eşyanın ve hâdiselerin “melekûtuna” yani iç yüzüne karışamazlar.

Bir yazının melekûtu, onda kendini gösteren ilimdir. Kâğıt ve kalem yazının görünmesine birer sebep, birer vasıta ve birer perdedirler; bunlar sadece mülk cihetinde iş görürler, yazıdaki ilme el uzatamazlar.

Hâdiselerin de mülk ve melekût cihetleri vardır. Hastalığın mülk ciheti kederler, acılar, ızdırablardır. Melekût ciheti ise günahlara keffaret olması, büyük mükâfatlar kazandırmasıdır.

“Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i âlem, âlemde dâhil olmadığı gibi, âlemden hâriç de değildir.”

Allah’ın Zât’ı zaman ve mekândan münezzehtir. Mekândan münezzeh olan her yerde hazır olur. Allah’ın isim ve sıfatları her tarafı kuşatmıştır. İsim ve sıfatlarıyla her yerde hâzır ve nâzırdır. Her varlıkta tasarruf etmesi cihetiyle de âlemden hâriç değildir.

Bunun en güzel bir misali de ruhumuzun bedenimizde icra ettiği faaliyetlerdir. Ruh bedenin herhangi bir yerinde mekân tutmadığı için sıfatlarıyla bütün organların ve hücrelerin yanında sayılır. Mesela, hayat sıfatıyla bütün bedeni kuşatmıştır, ilim sıfatıyla bütün organlarını bilir ve tanır.

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 6.356
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...