"هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir." Buradaki "dört nokta"yı izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Ey arkadaş, şu هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir."
"1. Bu cümlede 'mübteda' mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden 'mübteda' ile 'haber' arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki 'mübteda' hazf olmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir."(1)
Bu ayetteki mübteda yani mahzuf Kur’an'dır. Takva sahiplerini hidayete götüren Kur’an ayetin içinde hazf edildiği halde, sanki hazf edilmemiş gibi varlığını hissettiriyor. Yani ayetin aslı şöyle olmuş oluyor: "Kur’an takvâ sahipleri için bir hidâyet kaynağıdır."
"2. هَادِى yerinde هُدًى yani, ism-i fâil mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur’ân’ın husule geldiğine işarettir."
Masdar, fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan kök haline denir. Okumak ve yazmak gibi. Bu fiil kökünde okuyanın kim olduğu ve ne zaman okuduğuna dair karine yoktur. “Hâdi” hidâyet veren; doğru yolu gösteren manasında ism-i faildir. “Hüden” kelimesi ise hidayet manasında bir mastardır. Kur’an’ın hidayeti âdeta cisimleşerek, yine Kur’an’a bir ruh ve cevher olmuş. Normalde hidayetin masdar ile değil, ism-i fail ile söylenmesi gerekirdi.
"3. هُدًى ’deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, 'ma’rife'nin zıddı olan 'nekre,' ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki, 'Tenkir bazen tahkiri, bazen tâzimi ifade eder.' denilmiştir."
Tenvin-i tenkir, bir kelimeyi müphem ve belirsiz hale getiren harf demektir. “Hüden” kelimesindeki tenvin de “hidayet” kelimesini belirsiz hale sokuyor. Üstad Hazretleri belirsiz hale sokmasındaki hikmeti yukarıda izah ediyor. Kur’an’ın hidayeti öyle latif ve ince bir şekle gelmiş ki, hakikatini tam manası ile idrak ve ihata etmek mümkün değildir. Tıpkı havanın her yeri kuşattığı halde, hissedilmesinin ve ihata edilmesinin zorluğu gibi.
Marife, bir şeyin çok açık ve zahir olması iken, nekre ise bir şeyin belirsiz ve müphem olmasıdır. Nekre, yani belirsizlik, bir şeyin ya şiddet-i zuhurundan olur, hava ve güneş gibi ya da şiddet-i gizliliğinden hâsıl olur. Atomlar gibi. Bu yüzden tenkir, yani belirsizlik durumu bazen tahkiri bazen de tâzimi, yani yüceltmeyi ifade eder. Burada Kur’an hidayeti, azametinden dolayı tenkir, yani belirsiz olduğu için, tazimi ifade ediyor. "Ey şiddet-i zuhurundan gizlenen Rabbim" ifadesinde olduğu gibi.
"4. Müteaddit kelimelere bedel ism-i fâil sigasıyla ihtiyar edilen مُتَّقِينَ kelimesiyle yapılan îcaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir."(1)
“Müttakîn” kelimesi “takva sahipleri” demektir ki, ism-i fail siğası ile ifade edilmiştir. Takva sahiplerinin kim oldukları birçok kelime ile ifade edilebilirken, kısaltılarak ism-i fail kipi ile takdim edilmesi, hidayetin çok geniş sahalarda ne kadar çok meyve ve netice verdiğini göstermek maksadı ile îcaz yoluna gidilmiştir.
Evet, bazen îcaz, uzun konuşmaktan daha uzun manalar ifade edebilir. Hatta bazen sükût etmek, cevap vermekten daha beliğ ve daha tesirli olabilir. "Müttakîn" kelimesi hidayetin sonsuz neticelerini kucaklayan bir kısaltma ve bir îcazdır, diyebiliriz. Hatta öyle ki, ağacın meyvelerinin, ağacın tazeliğine olan “innî” işareti gibi muttakilerin halleri de Kur’an hidayetinin tesirine ve genişliğine innî bir işarettir.
"İnnî" burada eserden eser sahibine ulaşmak manasında kullanılıyor.
(1) b. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Suresi, 2. Ayetin Tefsir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü