"İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez... Fikriyle i’câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Evet, Kur’ân ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenâb-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikriyle i’câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir."
"Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’câzı tarif ve tâbir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz."(1)
İmam Sekkâkî Kur’an’ın İ’cazı ancak belli bir ilmî mertebeye ulaşıp onu bizzat zevk ederek anlaşılır, diyor. Hiç bal yememiş birisine balın tadını tarif etmek nasıl zor ise, İ’cazı ilmi ile idrak edemeyen birisine de i’cazı tarif ve tabir etmek aynı derecede zor ve meşakkatli bir iştir, diyor. Belağat noktasından bu fikir, bir ekoldür.
Abdülkahir-i Cürcânî bu fikrin aksine olarak i’cazın hiç ilmi olmayan birisine dahi tarif ve tabir edilmesinin mümkün olduğunu söyleyerek farklı bir ekol meydana getirmiştir. Üstad Hazretleri de bu ekolü destekliyor ve eserlerinde bunun mümkün olduğunu ispat ediyor. Yirmi Beşinci Söz ve İşârâtü'l-İ'câz bunun birçok misalleri ile doludur. Üstad Hazretleri belağatın çok ince ve latif nüktelerini eserlerinde beyan ve ispat ederek, ikinci ekolün daha isabetli olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim hiçbir alt yapısı ve ilmî müktesebatı olmayan birisi de Üstad Hazretlerinin eserlerinde İ’cazı zevk edebilir ve ediyor.
"Meselâ وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ (“And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa...” Enbiyâ Sûresi, 21:46.) Bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lâfız ve maksada bakar."(2)
Bu ayette Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki intizam ve birbiriyle münasebetleri yönünde mu’cize oluşuna dair bir misal gösteriliyor. Yani ayetin her bir kelimesi ve her bir cümlesi, aynı maksat ve gayeyi gösteriyor. Bu da cümlenin mu’cize derecesinde olduğunu gösteriyor. İnsan takatinin altından kalkabileceği bir cümle ve kelime münasebeti değil.
Bir lafızda iç içe birçok manalar vardır. Bu manalardan bir tanesi, o lafzın efendisi ve ruhu hükmündedir; yani lafzın hakiki manasıdır. Diğer manalar ise, o asıl mana etrafında ona yardım eden ve kuvvet veren işarî manalardır.
İşte lafzı kullanan Zat işarî manalar ile asıl mana arasında bir tefrik ve temyiz edici vasfı koyması gerekir. Yani lafzı kullanan kişinin asıl anlatmak istediği mana ile lafız arasında kuvvetli bir münasebet ve temas olması gerekir. Bu husus, bu ayette i’caz derecesindedir.
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 23,24
(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü