"İ’lem eyyühe’l-aziz! Evham, şübehat, dalâletin menşe’ ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder." Bu cümleleri izah edebilir misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"İ’lem Eyyühel-Aziz! Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlahiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farzeder. Onda fena olur. Sonra başlar bazı teviller ile o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

"Hülâsa: Nefs-i emmare, devekuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya sofestaî gibi münakaşa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Taâruzan, tesakutan kabilinden: 'Hiçbirisi de hak değildir.' diye hükmeder."(1)

Evham; vehimler, hakikati olmayan şeyler demektir.

İnsanları ve bütün mahlûkatı Allah yaratmıştır. Hakikat budur. Bunun dışındaki bütün iddialar, faraziyeler, nazariyeler birer vehimden ibarettir.

Tabiatperestlik de vehimdir, tesadüfen olma yahut evrimle meydana gelme de.

Bunlar “şübehat”tırlar, yani şüpheden ileri gitmezler, kesin hüküm olamazlar.

Yine bunlar, “dalalettirler”, yani aklın sapık düşünceleri, kalbin batıl inançlarıdırlar.

Üstad Hazretleri, insanı bu vehimlere kaptıran, bu şüphelere düşüren ve bu yanlış yollara götüren sebeplerden birini şöyle nazara veriyor:

"Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlahiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder."

İnsan, sinemada filim seyreden bir kişi gibi değildir. Yani, olup bitenlerin dışında değildir. O da hâdiselerin içindedir ve bir rol oynamaktadır.

İnsan, kâinatı seyrederken kendini hariç tevehhüm etmemeli, bu âlemin bir parçası olduğunu, onunla çok yönlü münasebetler içinde bulunduğunu gözden ırak tutmamalıdır.

İnsan, “kader ve sıfât-ı İlahiyenin tecelliyat dairesinden hariç” değildir. Yüzümüze bu nazarla bakalım: Rabbimiz, bizim yüzümüzü böyle takdir etmiştir.

Koyunun yüzünü de öyle takdir etmiştir.

Devenin yüzünü de öyle takdir etmiştir.

Aynı şekilde, yeryüzünü böyle, gökyüzünü de öyle takdir etmiştir.

O halde insan, kendi yüzünü diğer bütün yüzlerle bir araya koyacak, tümünü birden seyredecektir. O zaman, şu hükme kolayca varacaktır: "Benim yüzümü böylece takdir eden kim ise, bütün yüzleri takdir eden de odur."

Nefis böyle yapmıyor da kendini kenara çekiyor, dışarıdan bakıyor; böylece kendisini hariç tutmuş oluyor.

Bir misal de beslenmemizden verelim:

İnsan, sofrasının başında yemeğini yerken, otlayan koyunların, çiçeklere konan arıların, süt emen yavruların, kısacası bütün canlıların, kendi sofraları başında Allah’ın ihsan ettiği nimetlerle beslendiklerini düşünmeli. Böyle yaptığı takdirde, "Bütün hayvan türlerini kim besliyorsa, benim rızkımı da o veriyor" diyecektir.

Böyle yapmayıp da kendini hariç tahayyül etti mi, bütün bir âlemden süzülen rızkını ya sebeplere veriyor veya düşünmeye değer bulmayıp gafilce beslenme yoluna giriyor. İş bununla da kalmıyor, insan kendi sofrasını böyle değerlendirince, diğer hayvanların sofralarına da aynı gözle bakıyor. Onları da tecelliyat dairesinden hariç addediyor.

Bu beslenme misalimizde, Rezzak isminin tecellisi üzerinde durmuş olduk.

Bir misal de Malik isminden verelim:

Allah Malik’tir, bütün mülk O’nundur. “İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi” olduğuna göre, ağaç kimin mülkü ise meyveler de onundur. İnsan, kendisini kâinat ağacından hariç tevehhüm edince, kendine malik olduğu vehmine kapılır. İş bu kadarla kalmaz. Üstad'ın ifade ettiği gibi, “Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder. Onda fena olur. Sonra başlar bazı teviller ile o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir.”

Tecelliyat, denilince bütün isimlerin tecellileri akla gelir. Bütün hayatlar Muhyi isminin tecellisidir. İnsan kendi hayatını böyle değerlendirmezse, bütün hayatları da bu ismin birer tecellisi olarak görmez. Kendi hayatını tesadüfe verdiği takdirde, diğer hayatları da verir; kendi hayatını tabiattan biliyorsa bütün hayatları da öyle bilir.

Şirk-i hafi üzerinde de kısaca duralım:

Doğrudan Allah’a şerik koşmak, putlara tapmak “açık şirktir.” Bir de şirk-i hafî, yani gizli şirk var. Üstadımız riyanın şirk-i hafî olduğunu söyüyor. Allah’a inanan bir kimsenin başkalarının teveccühüne can atması, onlara gösteriş yapması, alkışlarını beklemesi, böylece Allah’ın rızası yerine halkın beğenmesine talip olması şirk-i hafidir.

Şirk-i hafinin başka şekilleri de var. Sebeplere olduğundan fazla ehemmiyet vermek, bilhassa insanlar hakkında, “O olmasaydı mahvolurdum, şunun yardımı olmasa acımdan ölürdüm” gibi ifadeler de şirk-i hafiye girer. Hâlbuki bütün mülk Allah’ın olduğu gibi, bütün hayırlar da O’nun elindedir. Sebepleri de yaratan O’dur, onlardan çıkan neticeleri de.

Allah, ışığı Güneş'le gönderdiği gibi, meyveyi ağaçla, sebzeleri toprakla, balı arıyla, balıkları denizle gönderiyor. Bazı nimetlerini de diğer insanların eliyle gönderiyor. Mesela, şifayı doktorun eliyle veriyor. Bunu böyle düşünmeyip de, “Falan doktor olmasaydı babam ölmüştü” diyen adam Şafi isminde Allah’a ortak koşmuş gibi oluyor.

Üstad böyle bir anlayışı devekuşunun başını kuma sokmasına benzetiyor. Devekuşunun başını kuma sokmakla kurtulduğunu zannetmesi gibi, nefis de kafasını batıl fikirlere, yersiz hayallere, evhama, şübehata, dalalete sokmakla, kendisini aldatıyor ve şeytanın oklarına hedef ediyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 20.710
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...