"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu kısalığı birdir..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele ma’kûsedir. Onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yol ile gidenin ne silâhı var, ne zahîresi. Tâbiî yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi ihtiyaçlarını def’ için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûk edenin, hem silâhı, hem erzakı beraberdir. Pek serbestâne gider. Birinci yol Kur’ân yoludur, ikinci yol ise dalâlet yoludur."
"Evet, ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sâbittir ki, îmân yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaştığında onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardır. Fakat, dalâlet zulümatı içinde yürüyenler esnâ-yı seferde korkudan, açlıktan her şeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda onda dokuzu ya îdam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır. Binâenaleyh aklı olan, zararlı bir şeyi, dünyevî, edna bir hiffet için tercih etmez."
"Ehl-i şuhud dediğimizden maksad, evliyâullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın îtikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. Kur’ân yolu ile gidenlerin silâh ve zahîreleri ise; Kadîr-i Mutlak'a, Ganiyy-i Kerîm'e olan tevekkül onları temin eder. Zira tevekkül, istinâd ve istimdâd noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubûdiyetin esas bir rüknüdür. Ubûdiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfâ edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzimeleri hazine-i Rahmândan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubûdiyet, müddet-i ömürdür."(1)
“Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır.”
Bu yollardan birisi iman ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalalet yoludur. Her iki yol da dünyadan başlayıp, kabir ve mahşerden geçip ebede kadar devam eder. Hidayet yolu, peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin yoludur. Bu yolda gidenler, mümin olurlar, evliya ve asfiya olurlar. Bu derste evliya için ehl-i şuhud, asfiya ve muhakkikler için ise ehl-i vukuf ifadeleri kullanılmıştır.
Hidayet yolunun onda dokuz ihtimal ile saadete ulaştırması, dalalet yolunda da onda dokuz zarar bulunması “havf ve reca” ile ilgilidir. Bir mümin korku ve ümit arasında bir ömür sürer. Ne kadar ibadet ederse etsin cennetini yüzde yüz kazandığını söyleyemez. Akıbetinden korkmalı ve daima dikkatli olmalıdır. Yine bir insan bütün ömrünü yanlış yolda da geçirse onun mutlaka cehenneme gideceğini söyleyemeyiz; zira tövbe kapısı açıktır. Ölüm gelinceye kadar her an kötü yoldan dönme ihtimali vardır.
Ancak, Peygamber Efendimizin (asm.) şu hadis-i şerifi de daima göz önünde bulundurulmalıdır:
“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz...”(2)
Hidayet yolunda gidenler dünyada da saadetli bir hayat geçirirler. Zira, “îmân yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir.” İman nuruyla, mahlukatı İlâhî isimlerin tecellileri olarak görür, yine aynı nurla ölümü “dünyadan daha güzel bir alemin kapısı” olarak değerlendirir. Her şeyi Allah’ın eseri, O’nun mülkü ve O’nun memuru bilen insan, mahluklardan ve hadiselerden korkmaz. İradesi dışındaki tecellileri rıza ile karşılar. İradesi dahilindeki konularda ise kendine düşen görevi yaptıktan sonra Allah’a tevekkül eder.
“Dalâlet zulümatı içinde yürüyenler” âlemlerin Rabbinden gaflet ettiklerinden aciz mahluklara bağlanırlar, onları sever, onlardan korkar, onlardan medet beklerler. Sebeplere tesir vermekle onların dilencisi olurlar. Ve sonunda mahal-i hükumete, yani herkesin her amelinin tartılacağı ve akıbetlerinin bir hükme bağlanacağı mahşerde “ya îdam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır.”
İdam edilen kişi artık dostlarıyla ebediyen görüşemeyeceği gibi, dünyadan imansız olarak ayrılanlar da ebediyen cennet yüzü görmeyeceklerdir. "İdam" kelimesini ahrette yokluğa gitmek şeklinde anlayamayız. Zira, küfür üzere ölenler yokluğa değil cehenneme gideceklerdir.
“Ebedî hapis” ifadesini de cehennemde çok uzun süre kalma şeklinde anlamamız gerekir. Hapisle idam arasındaki fark, hapsin sonunun dostlara kavuşmak olmasıdır. İmanla göçtüğü halde mahşerde günahları sevaplarından fazla olan insanlar, cehennem hapsine atılacak ve azaplarını çektikten sonra tekrar cennete gidecekler ve sevdiklerine kavuşacaklardır.
“Kur’ân yolu ile gidenlerin” bütün ihtiyaçları “Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Kerîm” olan Allah tarafından karşılanır. Onlar da ancak Allah’a ibadet edip yalnız O’ndan yardım diledikleri gibi sadece O’na tevekkül ederler.
Bu aciz insan, mikroptan da korkuyor, şimşekten de... Fırtınadan da korkuyor, zelzeleden de... Huzurun tek yolu, bütün bu eşyanın Rabbine sığınmak, O’na tevekkül etmektir.
Nitekim, Kur’ânın bildirmesiyle, bizler insanların şerrinden “Rabbü’n-nas” olan Allah’a sığındığımız gibi, muhlukatın şerrinden de “Rabbü’l-Felak"a sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.
Bir askerin bütün ihtiyaçları devlet tarafından karşılandığı gibi, bu dünyaya ibadet için gönderilmiş bulunan insanın da sudan ve havadan, gece ve gündüze, yaz ve bahara kadar bütün ihtiyaçları hazine-i rahmetten yerine getirilir.
"... iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir."
Yümn; kuvvetli anlamına gelirken, emn ve eman ise; emniyet ve korkusuzluk anlamına geliyor.
Cümlenin kısa özeti: Hayat yolculuğunda imanın gücü ve kuvveti ile yürüyen daima güven ve emniyet içinde olur.
Yani kalbimizde ve ruhumuzda iman tahkiki ve kuvvetli bir şekilde yerleşmiş ise, hiçbir şeyden korkmayız, hiçbir düşman ve zarardan endişe etmeyiz. Çünkü biliyoruz ki kainatta Allah’ın izni olmadan yaprak bile kımıldamaz. Allah hakkımızda bir karar vermiş ise, onu bozacak ya da geri çevirecek bir güç ve kuvvet de bulunmuyor.
Öyle ise Allah’a tam iman edip tevekkül eden bir adam, neden Allah haricindeki sebeplerden veya insanlardan korkup endişeye kapılsın ki. İşte iman kuvveti ile yürüyen bir mümin ruhen ve kalben büyük bir huzur ve emniyet içindedir...
"Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor."
Müşahede etmek, gözle görerek anlamak demektir. Biz avamın itikad ettiği kalbi olguları, ehlişuhud olan veliler gözleriyle müşahede etmişlerdir. Bunun nasıl olabileceğini anlayabilmek için, önce 'görme' hakikatinin bilinmesi gerekmektedir.
"Sözler" adlı eserinde Bediüzzaman Hazretleri der ki:
"Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder."(3)
Yani göz, görebilmek için bir alettir sadece. Bu sözüyle Bediüzzaman, bu alemi seyretmek için, illa ki göze ihtiyacın olmadığını anlatır. Mesela, rüya hadisesinde göze ihtiyaç olmadan görebiliyor ve nice alemleri seyeran edebiliyoruz. Evet, asıl gören ruhtur. Çünkü açık bir gerçektir ki, 'göz' bir et parçasıdır ve bizatihi görme işlevini yapacak bir gücü yoktur. Aynı şekilde bir ağacı kesen balta değil, o baltayı kullanan güçtür. Balta olmadan, farklı bir aletle de o ağacı kesebiliriz.
Aynen bunun gibi, ruhun görmesi de sadece 'göz' ile sınırlı değildir.Tasavvufta, kafes ve kuş benzetmesi vardır. Derler ki: "Beden kafestir; ruh ise kuştur." Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir. Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olmazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Aynen öyle de insanın bedenen ve ruhen gelişimi ve güçlenmesi söz konusudur. Ancak yollar farklıdır. Mesela vücut gelişimi için sporcular aylarca, uzun uzun antrenmanlar yaparlar. Çünkü vücutlarının özelliklerinden daha fazla yararlanmak isterler. Aynen öyle de, manevi alemde mesafe kat' eden maneviyat sultanları da, ruhun gelişimi için belirli egzersizleri ihlasla yaparak, ruhsal güçlerini geliştirmişlerdir.
Yön ve cihet kavramları beden için söz konusudur. Eğer ruh bedene galib gelirse, bu kavramlar anlamlarını yitirirler. Nitekim Rasulullah (a.s.m) Efendimiz'in siyerinden biliyoruz ki, O (a.s.m) arkadan gelenleri de aynen önden gelenler gibi görürdü.
Manevi çalışmaları yaparak Allah’ın rızası dairesinde, ihlasla amel eden evliyaullahın ulaştıkları bu mertebe hakkında, Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye’sinde şöyle buyurur:
"Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-ı ruh mizânıyla cereyan eder."(4)
Yine Üstad Hazretleri Lem'alar isimli eserinde, bizlere, mana aleminde ilerlemenin anahtarı olarak şu tavsiyede bulunuyor:
"Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir."(5)
Bu zatlar Cenab-ı Hakk'ın esmasının tecellilerini müşahede ederler. Cenab-ı Hakk'ın varlığını ve birliğini, varlıklar üzerindeki sanatını müşahede ederek, iman gözüyle, bu Rabbani mektubları okurlar. Allah'ın (c.c) isimlerinin muhteşem yansımalarını, varlık aynalarında görerek, şuhudlarını yani "imani görgülerini" arttırırlar. Gerçi bu tecellileri avam da müşahede edebilir ancak havas dediğimiz bu mübarek zatların müşahedesi ile onlarınki aynı olmayacaktır. Malumdur ki, bir ilimde derya olmuş bir alim ile sıradan bir insanın "bakışları" aynı olsa da gördükleri aynı olmaz.
Gürül gürül çağlayan akarsuyun karşısındaki bir insan, sadece coşkun suları görebilirken, bir mühendis o coşkun suyun arkasında gizlenmiş devasa barajlara ve bu barajlardan elde edilecek elektirklere nazar edebilir.
Tabiatın rengarenk, nefis manzarasını seyreden iki kişiden biri sadece renkleri ve desenleri görürken, mahir bir kimyager, otların ve çiçeklerin ardındaki şifalı ilaçları akıl gözüyle görebilir. Bir diğeri ise o muhteşem manzara karşısında ilhama gelerek nice beyitler döktürür. Nitekim yüzyıllar önce Mevlana yazdığı Mesnevi'sinde mikroplardan haber veriyor. Demek ki, bizim gözlerimizle göremediğimiz nice şeyleri Mevlana "göz ötesi gözüyle", yani kalbiyle ve ruhuyla görüyordu. Mevlânâ’nın mikroplardan bahseden beyti şöyledir:
"Zerhâ dîdem dehâ nîşân cümle bâz, / Ger begûyem horde, şân gerdad dirâz"
(Ağızları hep açık zerreler gördüm. / Onların ne kadar küçük olduğunu söyleyecek olsam uzun gider.)
Bir mü'min için aslolan hüsnüzandır. Bu nedenle, her "müşahede ettim" diyene inanmak gerekmese de onları yalancılıkla itham etmek doğru değildir. Eğer "müşahede ettim" diyen zat, Kur'an ve şeriat üzere yaşıyor ve inanıyorsa ve söyledikleri de Kur'an'a ve şeriata aykırı değilse, söylediklerini, söyleyen zatın kendi aleminde doğru kabul etmenin bir sakıncası yoktur.
Bediüzzaman On Sekizinci Mektup'ta, ehl-i şuhudun, olması mümkün gözükmeyen müşahedeleri hakkında şöyle buyurur:
"Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arabî (k.s.) ve İnsan-ı Kâmil denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (k.s.) gibi evliya-yı meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki arz-ı beyzâdan ve Fütuhat'ta 'meşmeşiye' dedikleri acaipten bahsediyorlar, 'Gördük.' diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vaki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?"
"Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, 'asfiya' denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler."
"... âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden fark etmek lâzım gelir. Birbirine mezc edilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen, 'Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.'; doğru dersin. Eğer 'Odam bir meydan kadar geniştir.' diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü âlem-i misali âlem-i hakikîye karıştırırsın."
"İşte, küre-i arzın tabakat-ı seb'asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitap ve Sünnetin mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ, demişler: 'Bir tabaka-i arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.' Halbuki, bir iki senede devredilen küremizde o acip tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farz etsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, arzın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar."
"Gördükleri doğrudur. Fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahve döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir aynada büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atinde vücud-u misalî ve hakaik-i mâneviye yerleşir."
"Hâtime: Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir."(6)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Münavi, Feyzü'l-Kadir, 6/226.
(3) bk. Sözler, Altıncı Söz.
(4) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.
(5) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a On Dördüncü Nota.
(6) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Peki, ondan dokuz zarar ihtimali nasıl anlaşılmalı?
Cevap için linke tıklayınız:
https://sorularlarisale.com/sag-yolda-gidenlerin-onda-dokuzu-kurtuluyor-onda-bir-zarar-ihtimali-var-sol-yolun-yolcusunda-ise
İdam ve ebedi hapsin izahı yapılırken idam için, "İdam" kelimesini ahrette yokluğa gitmek şeklinde anlayamayız. Zira, küfür üzere ölenler yokluğa değil cehenneme gideceklerdir." Denilmiş. Tabiiki yokluk diye birşey yok zaten, ancak bana göre buradaki " idam" kast edilen mana; ebedi olarak dostlarını ve akrabalarını göremeyecek olmaları olduğu gibi,
“Ebedî hapis” ifadesini de cehennemde çok uzun süre kalma şeklinde anlamamız gerekir. Hapisle idam arasındaki fark, hapsin sonunun dostlara kavuşmak olmasıdır. İmanla göçtüğü halde mahşerde günahları sevaplarından fazla olan insanlar, cehennem hapsine atılacak ve azaplarını çektikten sonra tekrar cennete gidecekler ve sevdiklerine kavuşacaklardır." Deniliyor.
Ebedi hapis günahkar müslünanlar için kullanılmaz ki, adı üstünde ebedi hapis deniliyor. Bence, Burada her iki halde de Yani, idam ve ebedi hapiste dalalet ehli ve küfürde gidenler için manayı kuvvetlendirmek adına sevdiklerini ve yakınlarını ebedi olarak göremeyeceklerini ifade anlamında kullanılmış gibi görünüyor.