"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! İnsan nisyandan alındığı için, nisyana mübtelâdır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İnsan" ismi, inşikak ilmine göre "nisyan" kelimesinden türemiştir. İnsan kelimesinin kökü nisyandır. Nisyan ise, unutkanlık demektir. Dolayısıyla insan da unutkanlığa mübteladır.
İnsan, unutkan bir varlıktır. “Neciyim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Bu dünyadaki görevlerim nelerdir?” şeklinde pek çok sorunun cevabı, çoğu insanlar tarafından unutulur. Halbuki, bu insan, Cenab-ı Hakk'ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Evet, Rabbimizsin” cevabını vermiştir. (A’raf, 7/172)
Unutkanlık, ilk insanda da kendini açıkça gösterir. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’in (as) unutmasını şöyle bildirir:
“Doğrusu daha önce Âdem’den ahit almıştık da unuttu...” (Tâhâ, 20/115)
Bu unutma, yasak ağaçtan yeme ile ilgilidir. Hz. Âdem ve eşi Havva’ya,
“Cennete yerleşin. Onun nimetlerinden dilediğiniz gibi bolca yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 2/35-37)
denilmiştir. Onlar ise, şeytanın vesvesesiyle yasak ağaçtan yerler; ceza olarak bu dünyaya gönderilirler.
Hz. Âdem’in bu tabiatı bütün evladında da aynen vardır. Yani insan unutkan bir varlıktır. Faraza, dün ne yediğini unutur, arkadaşına verdiği sözü unutur, randevusunu unutur…
Fakat bütün bu unutma türleri içerisinde en dehşetlisi insanın Allah’ı unutması, O’na verdiği sözü unutması, Allah’ın emir ve yasaklarını unutmasıdır. Böyle bir unutkanlık tam bir gaflet halidir. Böyle gafiller hakkında Allah şöyle buyurur:
“O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah’ı unuttular, Allah da ceza olarak nefislerini onlara unutturdu.” (Haşr, 59/19)
Artık onlar nefislerine dönüp bakmazlar, hep afakla meşgul olurlar. Kendilerinin sonsuz aciz, sonsuz fakir ve sonsuz nakıs olduklarını unuturlar. Ayıplarını hiç görmezler. Kendilerini kusurdan pak ve münezzeh zannederler. Bir gün gelip öleceklerini hiç hatıra getirmezler. Dünyada ebedi kalacakmış gibi uzun emellere, tatlı hülyalara dalarlar. Vücutlarının “demirden ve taştan değil, ancak et ve kemikten ibaret olduğun” unuturlar.
“Çoklukla gururlanmak sizleri oyalayıp durdu. Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.”(Tekasür, 1-2) ayeti bir yönüyle böyle insanların halini dile getirmektedir.
“Benim malım, benim servetim, benim makamım...” derken, birden hayat bitiverir ve bu gafil insanlar kendilerini kabir çukurunda bulurlar.
Demek ki Allah’ı unutmanın cezası nefsi unutmaktır.
Nefsini unutan kişi ise ona yönelemez, onun terbiyesi ile meşgul olamaz. Onu günah ve isyandan uzak tutmak için gayret göstermez ve sonunda onu ebedî cehenneme aday hale getirir.
Nefis daima boş işlerle oyalanmak, tefekkürü, hizmeti hatıra getirmemek veya tehir ettirmeye çalışmak gayesi ve amacıdır. Demek ki hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefse bir iş verilmemesi dalalettir. insanı dalalete sürükler. Dolayısıyla gayret himmet ve çalışmak zamanlarında nefsi çalıştırmak ona sorumluluk yüklemek icab etmektedir.
Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükafat zamanlarında nefsin unutulması kemaldir. İşte bizler hizmette ileri nefsi arzularda geri kalmaya kendimizi alıştırırsak inşaallah maddi ve manevi rahat edeceğiz. Ancak durum makuse olursa o zaman vaziyet de makuse, yani bunun tersi olacaktır.
Bu İ'lem'i bir bütün olarak ele aldığımızda verilen mesaj daha net anlaşılmaktadır. Allah'a kul olan kamil insanlar ile nefsinin arkasından giden toy insanlar arasındaki farklardan bir tanesi nazarımıza sunulmuştur.
Ehli kemal insanlar, bir menfaat söz konusu olduğu zaman kendisini geri çeker ve başkasına öncelik tanır. Bir hizmet söz konusu olduğunda ise hemen öne atılır ve hizmet yaparlar. Manen olgunlaşamamış insanlar ise tam tersini yaparlar. Menfaatte en önde olurlar, hizmette ise en arkada kalmayı tercih ederler.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
“İnsan” kelimesi, sözlük manası olarak “fi’lan” vezninden olup, “beşer” manasına gelmektedir. Bu kelimenin, hangi kelimeden türediği ve hangi asıldan alındığı hakkında ihtilaf edilmiştir.
Hemen şunu ilave edelim ki, her kelimenin mutlaka başka bir kelimeden türemiş olması gerekmez. Zira bu halde teselsül (silsile ile bir başa dayanmaması) lazım gelir ki, bu da doğru değildir. Buna göre “insan” kelimesi için bir asıl aramaya ihtiyaç yoktur. Ama lisan âlimleri, bazı ince nükteler bulmak için bu kelimeye bir iştikak (bir kökten türeyen kelimenin aslı) aramışlar ve şu neticelere ulaşmışlardır:
1. Lisan âlimlerinden bazıları, “insan” kelimesinin “ins”den alınmış olduğunu ve sonundaki “an” ekinin zaid (manaya etkisi olmayıp, sadece söze güzellik katmak için söylenmiş) olduğunu söylemişlerdir.
2. “İnsan” lafzının “ins”den türediğini söyleyen âlimlerin bir kısmı, “insan” kelimesinin “ins” lafzının tesniyesi (Arapça’da bir kelimenin iki şeye işaret etmesi hali, mesela “recül” kelimesi “adam” demektir. Bu kelimenin tesniyesi olan “reculeyn” ise “iki adam” manasına gelir) olduğunu söylemişlerdir. Zira insanın, biri Hak’la (Allah ile), diğeri halkla (yaratılmışlarla) olmak üzere iki yönü vardır. Çünkü insan, ruh cihetinden Hak ile; cisim cihetinden ise halk ile alaka halindedir.
3. Basra âlimleri ise, “fi’lan” vezninden olan “insan” kelimesinin, “ins”den türemiş olduğunu beyan etmişlerdir.
4. Bazı âlimlere göre ise, “insan” kelimesi, “ibsar”(dikkatle bakmak) ve “ihsas” (hissettirmek) manalarına gelen “inas” kelimesinden türemiştir. Zira insanlar eşyaya, ilim yoluyla vakıf, görme vasıtasıyla vasıl (ulaşan) ve hisleri vasıtasıyla da müdrik (idrak eden) olurlar.
5. Küfe âlimleri ise, Bediüzzaman Hazretleri ile aynı görüşü paylaşırlar ve “insan” kelimesinin, “unutmak” manasındaki “nisyan”dan türediğini ifade ederler.
6. Bazı âlimler de, “insan” kelimesinin cem (çoğul) sigası olan “nas” (insanlar) kelimesinin, unutmak manasında olan “nesiye” kelimesinden alındığını ifade etmişlerdir. Zaten “nesiye” ve “nisyan” masdarlarından gelen ism-i fail sigası da “nas” şeklindedir. İnsanlar, verdikleri sözleri unuttukları için “insan” veya “nas” kelimeleriyle isimlendirilmiştir.
İbn-i Abbas Hazretleri şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, daha biz dünyaya gelmeden evvel, O’na kulluk edeceğimize dair bizden söz aldı. Bu sözü, A'raf sûresi 172. âyette şöyle beyan buyurmuştur:
Maalesef sözümüzü unuttuk, Allah’a kulluktan yüz çevirdik ve Allah Teâlâ da, “sözünü unutan” manasına gelen “nisyan” mastarından türemiş “İNSAN” ismiyle bizi isimlendirdi.
Tahlilimizi, Üstadımızın “İşarâtü-l İ’caz” isimli tefsirinden bir alıntı ile tamamlayalım:
Ey Allah’ım! Sen bizi, sözünü unutanlardan eyleme. Âmin.
(Sinan Yılmaz)
"Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemaldir." Mükafatlar ne olabilir bir hizmette?
İman hizmetinde aktif bir şekilde çalıştıktan sonra cemaatin bu çalışmanın mukabilinde sana olan övgüsü, ilgisi, makam vermesi, el üstünde tutması, muhtaç isen zekat ve sadaka vermesi vesaire gibi durumlar bir nevi nefis açısından mükafat kapsamına giriyorlar.
Şayet bu gibi mükafatlara kapı aralar beklenti içine girersen o zaman ihlası kaybetmiş olursun. Burada yapılması gereken hizmette ileri ücrette geri durmak suretiyle nefsin unutulmasıdır o zaman kişi kemale ermiş oluyor. Aksi durumda yani hizmette geri ücrette ileri atılmak nefsin şımartılması ve ihlasın bozulması anlamına gelir.
“Cennete yerleşin. Onun nimetlerinden dilediğiniz gibi bolca yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 2/35-37)
Bu ayetteki hadise Hz.Ademe hüsüsi olsa bile hüküm ümumi olduğuna göre, "Onlar ise, şeytanın vesvesesiyle yasak ağaçtan yerler; ceza olarak bu dünyaya gönderilirler." Buyruluyor.
Oysa cennet sadece hayrın ve güzelliklerin, cehennem ise şer ve çirkinliklerin olduğu bir yer olduğuna göre, haram ağacın cennete bulunması cennetin mahiyetine zıt görünmüyormu? Ve cennete olan bir insana şeytan nasıl vesvese verebilir? Orası imtihanın bittiği mükafatın alındığı yer değilmi? Hz.Adem dünyada iken imtihanı kazanıp cennete gitmedimi? Hal böyle iken, onun imtihanı cennettede devam etmiş gibi olmuyormu?