"Küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarını ve bütün esmânın cilvelerini dercetmek,” ne mânâya geliyor? Bu her insan için geçerli midir?
Değerli Kardeşimiz;
Burada geçen “insan” kelimesi bütün insanları içine alır. Her insan bu kâinatın bir fihristesidir. Rahmet hazinelerinin anahtarlarına sahiptir. Bütün İlâhî isimlerin cilvelerini taşımaktadır.
Mü’min olan insan bunun farkındadır. Kendisinin ne kadar kıymetli bir varlık olduğunu bilir ve bu büyük sermayeyi en güzel şekilde kullanır, zâyi etmez.
Sualde geçen üç mesele üzerinde kısaca duralım:
Üstad'ın muhtelif risalelerde nazara verdiği gibi her insanın ruhu âlem-i ervahtan, hafızası levh-i mahfuzdan, hayali âlem-i misalden haber verir. Kemikleri taşlardan, etleri topraklardan, his dünyası meleklerden, vücudundaki muhtelif akıntılar nehirlerden haber verirler. Bu noktada mümin-kâfir ayırımı yapılmamıştır. Ne var ki, inançsız bir insan, bu haberlere kulak vermeden yaşar, sadece dünyanın maddî imkânlarına, zevk ve sefasına talip olur.
Bu dünya İlâhî rahmet hazineleriyle doludur. Rızıklar o hazinenin bir bölümüdür. İnsanlar bu hazineden dilleriyle, mideleriyle istifade ederler. Renkler ve sesler ayrı iki bölümdürler, bunlardan ise gözleriyle, kulaklarıyla faydalanırlar. Diğer taraftan, bir derece perdeli olan nice nimetlerinden de insanoğlu aklını kullanarak faydalanma yoluna gitmektedir; kömür ve petrol gibi.
Mü’min, bu nimetleri Rabbinin ihsanı olarak bilmekle onlardan kalbiyle, aklıyla ve hissiyatıyla birçok manevî zevkler alır. İnançsız bir kişi ise, aynı nimetleri “tesadüfe, maddeye, tabiata, evrime” vermekle onlardan sadece dünya hayatı yönüyle kısa ve fani bir fayda görür.
Esmânın cilvelerine gelince, yine her insan görme sıfatıyla Allah’ın “Basîr” ismine, işitmesiyle “Semi” ismine, şekliyle “Musavvir” ismine ayna olur. Ancak burada şöyle mühim bir fark görülür:
“Ene”Risalesinde ve “İnsan” Penceresinde geçtiği gibi, insan birçok İlâhî isim ve sıfatları “kendisinde yaratılan numuneleri kıyas unsuru olarak kullanmakla (vahid-i kıyasî)” bilir. İnançsız bir kişi bu mukayeselerden ve bunların neticesi olan marifetlerden mahrum kalır. Kuvvetiyle “Kadîr” ismine ayna olsa bile, kendisi bu tecellinin farkında değildir. Kuvvetini düşünmeden kullanır.
Diğer taraftan, insan bazı isimlere de “kendi iradesini kullanmak sûretiyle” ayna olur. Cömertliğiyle “Cevvad” ismine, diğer insanları tedavi etmekle “Şâfi” ismine, kendine karşı işlenen suçları affetmekle “Ğaffar” ismine, suçluları cezalandırmakta acele etmemesiyle “Halîm” ismine ayna olması gibi.
Mü’minin bu gibi tecellilerden aldığı feyz inanmayan bir kişiden, kıyas kabul etmeyecek kadar ileridir.
"İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz'un gayet kat'î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat'î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hakeza...”(1)
(1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü