"İlm-i Hakikat" ve "İlm-i Tarikat" ne demektir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Tarikat; seyrüsülûk vasıtası ve tasavvufi metot ve terbiyeler ile kalbin tezkiye, nefsin terbiye ettirilmesidir.

Tarikatın gayesi; mensuplarını dinin emirlerini yaşamak noktasında, kendi tarzı ve disiplini ile terbiye ve ıslah etmektir.

Seyrüsüluk ise tasavvuf büyüklerinin belirlemiş olduğu bir takım usuller ve yollarla uzun ve meşakkatli bir zamandan sonra, kalbin Allah'a teveccüh etmesi, marifet ve velayet kazanıp kurbiyet kesbetmesidir. Bütün bu disiplin ve metotların adına tarikat ilmi demek mümkündür. Bütün bu ilimlerin ana gayesi ise iman hakikatlerinin kalp ve ruhta inkişaf edip kökleşmesidir. Bu ilim ve metot kesbidir, yani büyük evliyaların kendi tecrübe ve görüşleri ile şekillenmiş beşeri bir hakikate ulaşma vasıtasıdır.

Tarikattaki riyazet, çile ve sair usullerin asıl gayesi de, dini güzel yaşamak, nefsi terbiye etmek, manen terakki etmek, ahlaklı ve faziletli bir mü’min olmaktır. Evet, tarikatlardan maksat, esma-i İlahînin zikrine devam ile maneviyat sahasında ruhen tekâmül ve terakki etmek, Şeriat-ı Muhammedi’ye ve sünnet-i seniyyenin ihya ve ibkasına gayret göstermektir. Bu terakki ve tekâmüle vesile ise tarikat pirlerinin manevî himmetleriyle müritlerini salahat ve takva ile teçhiz etmeleridir.

Hakikat ilmi ise tarikat ve tasavvuf mesleğine girmeden doğrudan ve Vehbi bir şekilde imana dair meselelerin kalp ve ruhta inkişaf etmesidir. Kul bu cihette aczini ve fakrını şefaatçi yapıp doğrudan dergâh-ı İlahi’yeye iltica ederek hakikatlerin inkişafını talep ediyor. Allah da bu aczin ve fakrın hürmetine o kuluna Vehbi olarak hakikatleri en parlak bir şekilde açıp ihtar ve ilham ediyor. Sahabelerin, müçtehitlerin ve müceddidlerin yolu bu minval üzeredir. Risale-i Nurların yolu da aynı şekildedir.

Üstad Hazretleri bu hakikate şu şekilde işaret ediyor:

"Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor."

"Öyle de, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir."(1)

Tarikat mesleği, temsilde zamanın uzunca dolaşıp düne ulaşması ile tasvir ediliyor. Tarikat ve tasavvuf berzahı ile hakikatlere ulaşmak hem uzun hem de meşakkatli ve risklidir.

Akrebiyet mesleği ise, zamanın üstüne çıkıp düne geçmek şeklinde tasvir ediliyor ki, burada asıl nazara verilen husus vehbîliktir. Yani kul burada mutlak bir teslimiyet ve tevekkül mânası ile kesbini işin içine karıştırmadığı için, Allah mükâfat olarak hakikatleri zahmetsiz ve meşakkatsiz olarak bu kula ihsan ediyor. Hâlbuki kurbiyet mesleğinde kesb ve insanın benliği işe müdahildir, bu da yolu uzatıp meşakkatli hale getiriyor.

Akrebiyet, Allah’ın kula olan yakınlığı hissedip bu noktada marifet kazanmak iken, kurbiyet kulun kendi gücü ve kesbi ile Allah’a yaklaşma gayretidir.

Güneş ısı ve ışığı ile bizim göz bebeğimize kadar girmiştir, biz bunu hissedip bu noktadan güneşe baksak, güneşi hakiki mânâda tanıyabiliriz. Lakin güneşi tanımak için güneşin üzerimizdeki tecellisine bakmayıp, sırf güneşin zatına kendi imkân ve kesbimizle yaklaşmaya çalışsak, güneş bizden milyonlarca yıl uzaklıktadır. Acaba hangi marifet yolu güneş hakkında daha kolaydır? Elbette güneşin üzerimizdeki tecellilerini okumak yolu daha selametli ve daha kolaydır.

İşte akrebiyet, yani sahabe mesleği Allah’ın isim ve sıfatlarının üzerimizdeki tecellilerini görüp marifet kazanma yoludur. Kurbiyet mesleği ise, riyazet ve nefsi ıslah etmek gibi uzun ve meşakkatli usuller ile Allah’a yaklaşmaktır. Akrebiyette acz ve fakr hükmeder, vehbî bir marifettir. Kurbiyette ise gayret ve riyazet hükmeder, kesbî bir marifet kazanma yoludur.

Peygamber Efendimizin (asm) miracı vehbilik ve akrebiyet-i İlahi’nin bir tezahürüdür. Tasavvuf mesleğinde olduğu gibi kurbiyet usulü ile hakikatlere yelken açmıyorlar. Cazibe-i Rabbaniyeye kendilerini salıveriyorlar; o cazibe onları en yüksek makamlara savuruyor.

(1) bk. Sözler, Yirmi Yedinci Söz'ün Zeyli

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 10.804
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

inkişaf

Bu meselenin pek çok yönü vardır. Her şeyden önce bir kaç mukaddimenin zikri lazımdır ki zihin hakikati anlamaya hazır olsun.

Birincisi: Veli, samimi dost anlamındadır. Allah dostlarına veli denmektedir. Kur’an-ı Kerim “Allah iman edenlerin velisi, dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa ve nura çıkarır.” (Bakara Suresi, 2:257.) buyurur. Demek ki Allah iman edenlerin dostudur. İman edenler de Allah’ın dostudur. Hal böyle olunca mü’mine düşmanlık Allah’ın öfkesini çeker. Peygamberimiz (asm) “Yüce Allah ‘Kim dostuma düşmanlık ederse ben ona harp ilan ederim. Kulum bana yaklaşmak istiyorsa benim farz kıldığım ibadetleri yapsın ve haram kıldığım şeylerden uzaklaşsın. Sonra nafilelerle de bana yaklaşmaya devam etsin...” (Buhari, Rikak, 38.) buyurur.

Demek ki Allah’a dostluk ve yakınlık farzları yapmak ve haramlardan kaçmakladır. Nafileler farzı ikmal içindir ve sünnet olan hususlar ve nevafil denen konular tamamen haramlardan kaçabilmek ve farz olan emirleri en güzel şekilde yapmak içindir. Farzlarında ihmali olanın ve haramlardan her hangi birini işleyenin ve kazancına az da olsa haram karışanın velayet iddiası yalandır. Tasavvuf erbabının piri olan İmam Kuşeyri der ki: “Hiç günah işlemeden yirmi sene ibadet üzere olan kimseye ‘Mürid’ denir.” (Risale-i Kuşeyri, s. 248.) Bu zamandan mürid bulmak dahi müşkildir. Hal böyle olunca “Bediüzzaman’ın dediği gibi zaman tarikat zamanı değildir.”

İkincisi: Veli Allah’ı bilen, Allah’tan korkan ve Allah rızasından başka bir amaç taşımayan kimsedir. O dünyayı ancak ahiret amacı için ister. Dünyaya ve dünyanın siyasetine ve malına değer vermez. Zenginlerin ve idarecilerin kapısına gitmez ve onlarla beraber görünmez. Nitekim peygamberimiz (as) “Allah’ın itaatkar, takva sahibi ve halktan uzak duran kullarını Yüce Allah sever. Onlar görülmedikleri zaman aranmazlar, hazır bulundukları zaman da meclislere çağrılmaz ve tanınmazlar. Kalpleri pırıl pırıl hidayet kandilleridir. Her müşkil meselenin ve ağır belanın altından kalkarlar." (İbn Mace, Fiten, 16.)

Veliler Allah’ı insanlara tanıtan ve sevdiren kimselerdir. Peygamberimiz (asm) “Size insanların en hayırlılarını haber vereyim mi? Onları gördüğünüz zaman size Allah’ı hatırlatanlardır.” (İbn Mace, Zühd 4.) buyurdular. Konuştukları zaman sizin inancınızı güçlendirirler ve şüphelerinizi giderirler, sizi dünyadan ahirete, düşmanlıktan dostluğa, kibir ve gururdan tevazuya, riyadan ihlasa davet ederler. Bu beş vasfa sahip olamayan zaten sizi aldatır ve günaha sevk eder.

Üçüncüsü: Velayet şehitlik gibi yaptığı hizmet ve ibadetin karşılığında Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak, ahirette Allah’ın yakınlığını elde etmektir ve uhrevi bir makamdır. Dünyada velilik iddia etmek riyadır, gururdur ve boş bir iddiadır ve veli olmadığına delildir. Bediüzzaman gibi bütün alimler ve veliler kendilerini insanların en günahkarı ve Allah’ın huzurunda en kusurlu ve hatalı olarak bilirler, herkesi kendilerinden daha iyi bilir ve Allah’ın kullarına hizmet ederek  değer verirler. Asla kendilerine hizmet ettirmezler. Zira peygamberimiz (asm) “kavmin efendisi ve idarecisi onlara hizmet edendir.” buyurur. Onlar hizmetteki kusuru dahi büyük bir günah gibi görüp daima tövbe ve istiğfar ile meşgul olurlar. “Ben günde yüz defa istiğfar ve tövbe ediyorum.” buyuran peygamberimizin izinden gider asla kendilerini veli falan görmezler. Zira ameller sonuçları ile değerlendirilir, kabre imanla girmeden ve kendisini affettirmeden her zaman tehlike ihtimali vardır ve onlar bundan titrerler. 

Bediüzzaman hediye kabul etmemesinin sebeplerini açıklarken şöyle der: İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen birşeyi sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.” (İbn-i Hacer, Şerh-i Minhac, 1:78.) İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzünden, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya velî tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer-hâşâ-ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’mâle mukàbil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir. (Mektubat, 37.)

Dördüncüsü: Velayet üçe ayrılır: Velayet-i Kübra, Velayet-i Vusta ve Velayet-i Suğra... “Velayet-i kübra, veraset-i Nübüvvet yoluyla tarikata girmeden hakikate yol açmaktır.” (Mektubat, 40.) der. Hakikat nedir?  İman esaslarıdır. Tarikat yolundan gitmek için de “Hakaık-ı imaniyeye sağlam bir surette itikat etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmek” gerekir.

Velayet-i vusta faraiz-i diniyeye ve sünnet-i  seniyyeye hizmet etmektir. Bu ise “şeriattır.” Şeriate kim hizmet etmiştir? Mezhep imamları ve müçtehid alimler... O zaman velayet-i vusta ve onların sahipleri kimler oluyor? Akılları ve ilimleri ile şeriatın emir ve yasaklarını öğreten mezhep imamları ve müçtehit alimler... Zira tarikatın şahları ve aktapları da şeriat imamlarının içtihatlarına göre amel etmezlerse ibadet ve amelde hata ederler. O zaman Allah’ın emirleri uygulanmamış ve yasaklarından kaçılmamış olur. Demek ki velayet-i vusta müçtehit imamların yoludur. Bu nedenle İmam-ı Azam “Alimler Allah’ın veli kulları değilse, yeryüzünde veli yoktur.” demiştir.

Gelelim velayet-i suğraya, yani küçük velayet... Velayet-i suğra, “tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalp ayağıyla süluk etmektir.” (Mektubat, 41.) Birinci yol olan imana hizmet farzdır. İkinci yol olan Allah’ın emir ve yasaklarına hizmet vaciptir. Üçüncü yol olan tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak sünnettir.

Madem hakikat budur... İmana hizmet velayet-i kübradır, farzdır, Sahabe Mesleğidir, Risale-i Nur yoludur. Farz ihmal edilerek vacipler ve sünnetler yapılamaz. Zira vacipler ve sünnetler farzları tamamlamak içindir. Bu sepeple İmam-ı Rabbani son zamanda tarikat yolunu bırakıp doğrudan imana hizmet mesleğine yönelmiştir.

Sonuç:

Bu hakikatleri bilmeyenler “Tarikat mesleği en yüce en büyük en nurlu en şirin bir umut yoludur... Risaleyi Nurlar yolu ise alimlik mollalık yolu... Risaleyi Nur olmadan önce de olduktan sonra da bu yol vardı... Tarikate girmeden bir Risaleyi Nur talebesinin velayeti elde etmesi hakikate ulaşması hayal..” diyerek bilgisizliklerini ilan etmiş oluyorlar.

Allah’a insanı yaklaştıran en değerli şey İLİM’dir. İlimlerin şahı ve padişahı da iman ilmidir. Ondan üstün bir şey olamaz. Kur’an-ı Kerimin tamamı iman ilmidir. İman hakikatlerini insanlara ders veriyor. Risale-i Nur bu asrın dinden ve imandan uzaklaşan insanına Kur’anın iman dersini veriyor. Bundan daha üstün bir ibadet olur mu? Sahabe mesleği budur. Peygamberi görmek ve onunla sohbet etmek imana hizmet amacı ile olursa kişiyi “Sahabe” yapar. Yoksa münafıklar da müşrikler de peygamberimizi görüyor ve sohbet ediyorlardı. Yalan söylemediğini bilip çok da iyi tanıyorlardı. Ama peygamberin (asm) sohbetinden hiçbir feyiz almadılar. Zira imanları yoktu.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
mustafa kayapalı
"İnkişaf" rumuzu ile yazan kardeşimiz güzel şeyler yazmış. Ancak soru ile alakası yok. Tarikatın mahiyetini anlatmış. Soru ise""İlm-i tarikat" ile "ilm-i hakikat" arasındaki fark nedir? Okuyucu olarak sorulan soruya odaklanıyor ve onunla ilgili farklı bir izah bulabilme ümidiyle okuyorsunuz. Ama bulamıyorsunuz. Keşke yorumlarda editör kardeşlerimiz biraz daha seçici olabilseler.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale
Biz yorumları küfür ve hakaret içermediği müddetçe yayımlamayı bir site prensibi olarak benimsedik. İnsanlar duygu ve düşüncelerini serbestçe ifade edebilmelidirler. Hatalı bir bakışta olsa bunu ifade etmeli ki doğru bulunabilsin.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...