"İnsan ise, ihsan edene perestiş eder, perestişe layık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise her birimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle süluk edeceğiz." Bu bölümü ana hatlarıyla açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Bu bölümde geçen bazı anahtar ifadeler üzerinde kısaca duralım:
“İşte bakıyoruz ki bir Zat-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. nsan ise, ihsan edene perestiş eder, perestişe layık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder...”(1)
Bu bütün insanlar için geçerli bir kaidedir. Vicdanının sesini dinleyerek, kendisine sonsuz ihsanlarda bulunan Rabbine yakın olmak ve onu görmek isteyen kimseler, bu derste üç ana gruba ayrılmış bulunuyor.
Bir kısmı zühre gibidir. İç âlemi birtakım şahsi düşüncelerle belli bir renge bürünmüştür. Bu şahıs, hakikat güneşini görmek istediğinde bu renk (yahut renkler) devreye girer. Yaptığı araştırmalarla, daldığı derin düşüncelerle fikir aynası büyüse ve “bütün çiçeklerin hükmüne” geçse bile, yine güneşe nazar ettiğinde onun şahsi rengi, güneşi olduğu gibi görmesine engel olacaktır.
“Zühre kesif bir aynadır. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkısâr eder; şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin Güneş'in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın.”
Bu derste güneş, hakikati temsil ettiğine göre, en büyük hakikat Allah’ın varlığıdır. Sonra, diğer iman hakikatleri gelir.
İman hakikatleri ancak Allah’ın bildirmesiyle hakiki manada bilinebilir. Vahiyden nasip almadan, sadece kendi aklıyla hakikati bulmaya çalışanlar, kendi ruh âlemlerini, misaldeki zühre gibi, bir renk ile boyarlar ve hakikate o rengin müsaade ettiği ölçüde vakıf olabilirler.
Zühre, terakki ederek kendisinde bulunan rengin de Güneş'ten geldiğini anlasa ve bütün ruhuyla güneşe teveccüh etse bile, ancak onun varlığına inanmakta derecesini artırır, onu görmeğe yine muvaffak olamaz.
“Bu şartı yaptıktan sonra kemalini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir suret takar. Ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.”
“Güneşi, nefsü'l-emirde nasıl ise, öyle” görmek, “hakikati olduğu gibi anlamayı” temsil eder. Bunun tek yolu, şahsi renkleri bir tarafa bırakıp, nübüvvet yoluna girmek, iman hakikatlerini Kur’an-ı Kerim'den ve Allah Resulünden (asm.) öğrenmektir.
“Şimdi sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. ...”
“Katre içine giren hakîm feylesof” ifadesi, varlık âlemini inceleyen ilim adamlarına işaret eder. Bunlar eşyanın birçok hikmetlerini, ince mânalarını ilimleriyle bulur ve bilirler. Ancak bütün bu bilgiler Ay’ın ışığını bilmeye benzer.
“...yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen, kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine haşmetli güneşi bulursun. Fakat, sen dahi öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin.”
Varlıklar esma-i ilahiyenin aynalarıdır. Her bir isim bir güneş, onun tecelli ettiği her varlık ise o güneşin ışığını gösteren Ay gibidir. Mesela, Rezzak ismi bir güneştir. Sebepler, kamer gibidir, rızıklar ise, kamerin ışığı gibi, o güneşten haber verirler. Kamerin karanlık olması, sebeplerin ancak birer perde olduklarına işaret eder.
“İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar.”
Enaniyeti bırakmak, ilahi hakikatleri bulmakta kendi görüşüne ve bilgisine güvenmekten vazgeçerek vahye tabi olmak manasına gelir.
Reşha, güneşi gördükten ve bütün eşyaya onun aydınlattığına vakıf olduktan sonra, “şemsin asar-ı acibesini ona vermekte müşkilât” çekmez. Güneşi görmeyip, sadece onun kamerden akseden ışığına bakan hakîm feylesof, bütün eşyayı bir tek güneşin kolayca aydınlattığına akıl erdiremezken, güneşi gören reşha bu hakikatı anlamakta zorluk çekmez.
“Aynaların küçüklüğü seni şaşırtmaz” ifadesi, “güneş bu muhteşem haliyle bu küçük parıltılarla mı meşgul olacak” şeklindeki bir vesveseyi dile getirir. Bu mana Mesnevi-i Nuriye’de ele alınmış ve gereken izahlar yapılmıştır.
“Sual: Cenâb-ı Hakkın cüz’iyat ve hasis emirlerle iştigali azametine münafidir.
"Elcevap: O iştigal, azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur. ...”(2)
Cenab-ı Hakk'ın kudreti ve diğer bütün sıfatları nihayetsiz ve mutlaktır; ancak, aynaların kabiliyetine göre tecelli ederler. Mesela, kudret sıfatı üzerinde duralım. Allah’ın kudreti sonsuzdur. Bütün eşya sınırlı olduğuna göre o sonsuz kudrete hiçbir şey tam ayna olamaz. Her şey kabiliyetine göre o kudretten bir tecelliye sahip olur. Güneş o kudret tecellisiyle gezegenlerini etrafında döndürürken, atom çekirdeği de aynı kudretin bir başka tecellisiyle elektronlarını idare eder. İnsan bir kudret cilvesiyle yükünü taşırken, karınca da bir başka tecelli ile küçük bir taneyi yuvasına götürür.
“Aynalarda müşâhede olunan, güneş değil” ifadesi, bu kudret cilvelerinin hiçbirinin Allah’ın nihayetsiz kudreti olmayıp, ancak o kudretin birer mazharı, birer aynası, birer cilvesi olduklarını ders verir.
“Çendan o akisler onun unvanlarıdır; fakat, bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.”
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal.
2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü