"İrşad", "Mürşid", "Vesile" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
İRŞAD
Peygamber Efendimiz (asm), ümmetinin âlimlerini İsrailoğullarının peygamberlerine benzetir. (Acluni, II, 64) Yani İsrailoğullarında insanları irşat etme vazifesini peygamberler yerine getirmişlerdir. Fakat, Peygamber Efendimiz (asm) son Hametm’ül enbiya yani son nebi olduğundan, kendisinden sonra bu tebliğ ve irşat vazifesini O’nun varisleri olan âlimler yapmışlardır. Bu noktada şu hadis-i şerif de çok anlamlıdır: “Peygamberler dinar ve dirhem mirası bırakmazlar, ancak ilim mirası bırakırlar. Bunu alan, büyük bir pay almış olur.” (Tirmizi, İlim, 19)
İşte “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Acluni, II, 64) hadisinin de bildirdiği gibi, din âlimleri bu nebevi mirasa sahip olmuş ve Hz. Peygamberden bu yana halkı irşad görevini yüklenmişlerdir. İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzzaman gibi müstesna zatlar, birer mürşidi-i kâmil olarak milyonlarca insana Allah’ın dinini tebliğ etmişlerdir.
MÜRŞİD
Mürşid; Kuran ve sünnet-i seniyeye tam ittiba eden ve insanlara doğru yolu gösteren üstün kimse ve rehber insan gibi manalara gelir.
Mürşid; ehl-i sünnet itikadını iyi bilen, İslami ilimlere tam vukufiyeti olan ve her halinde istikamet üzere yaşayan örnek kişidir.
Cenab-ı Hak tarih boyunca nice mürşit, müceddid ve müçtehit göndermiştir. Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Şarani ve Bediüzzzaman gibi mürşit ve müceddidler nice insanların hidayet ve irşadına vesile olmuşlardır. Her asrın hastalığı farklı olduğundan, hastalığa göre manevî tabip gönderilmiştir. Her asır başında geleceği hadisle müjdelenen mürşit ve müceddidler, kendilerinden bir şey ihdas etmezler, yeni bir ahkâm getirmezler, dinin yüksek hakikatlerini asrın insanlarının idrakine uygun olarak anlatırlar.
Risale-i Nur’da bir mürşide bakış açısı şöylece ortaya konulmuştur:
“Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır. Meselâ; hararet ve ziya, sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Güneşe karşı minnettar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.
Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte, mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.”
VESİLE
Tevessül; bir şeyi vesile etmek ve vasıta kılmak demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan, bir şeye sebep olan şey manasına gelir.
Tevessül ve şefaat aynı manadadır. Bir mümin Cenab-ı Hakk’ın sevgili kullarından ve dostlarından istimdat ve şefaat dileyerek; “Ya Rabbi! Bu zatın hürmetine dualarımı kabul ve günahlarımı mağfiret eyle!” diye yalvarır. Bu hem meşru hem de makuldür. Cenab-ı Hakk’ı hatıra getirmeden, doğrudan doğruya o zatlardan medet dilemek başkadır, tevessül ve şefaat daha başkadır.
“Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz” (Maide, 35) ayeti vesileyi emreder Ayetteki vesile, Allah’a yakınlığa sebep olacak, O’nun rızasının kazandıracak İlâhi emirleri yapmak, günahlardan sakınmaktır.
Keza, salâvat Resulullah’a ulaşmaya bir vesile, Resulullah ise, Rahman’ın rahmetine bir vesiledir.
Kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan ve bütün peygamberlerin reisi olan Hz. Peygamber bile geçmiş peygamberleri vesile etmiştir.
Gözlerinin açılması için kendisinden dua isteyen birisine, iki rekât namaz kılmasını sonra; “Rabbim! Kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun peygamberin Muhammed aleyhisselamın hürmeti için, onu vesile ederek, senden istiyor ve sana yalvarıyorum. Duamı kabul edip, dileğimi ihsan etmen için sana yalvarıyorum. Ya Rabbi, duamın kabul olması için, o yüce peygamberi bana şefaatçi eyle!” şeklinde dua etmesini tavsiye buyurdu.” (Sünen-i Tirmizi 5/569 Hadis No:3578)
Hz. Ömer (ra.), yağmur yağmadığı zaman Hazret-i Abbas’ı yanına alır ve şöyle dua ederdi: “Yarabbi bu zat Hz. Muhammed’in (sav.) amcasıdır. Onun hürmetine yağmur ver.’(Sahih-i Buharî 2/34)
Evet, dünya, hikmet ve imtihan yeridir. Bu hikmete binaen Cenab-ı Hak, Hakîm isminin muktezasınca her şeyi sebeplere bağlamış, bütün lütuf ve nimetlerini o sebepler vasıtasıyla ikram etmiştir. İnsanı da o sebeplere riayet etmeye mükellef kılmıştır. Hayata teveccüh eden bütün nimetlere güneşi, yağmuru ve toprağı vesile kılmıştır. Toprağı bütün hububat ve bitkilere, ağacı meyveye, anne ve babayı evlada vesile ettiği gibi, insanın manevî tekâmülüne, feyiz ve irfanına da başta Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) olmak üzere, diğer peygamberleri (as.), ulemayı, mürşit ve evliyayı birer vesile kılmıştır. Nazenin çiçek ve çimenler, bağ ve bahçeler güneşin ziyasıyla feyizlenip neşvü nema buldukları gibi, insanlar da manevî âlemlerin güneşi hükmünde olan enbiya, mürşit, müceddid, ulema ve evliyanın feyziyle feyizlenip tekâmül ve terakki ederler. Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını talim ve tebliğde peygamberler birer vesile olduğu gibi, ilim, irfan, marifet, edep, hayâ ve takva gibi ulvî hasletler ile teçhiz olmuş mürşitler de birer vesiledir.
Doktorun şifaya sebep olması gibi âlimler ve mürşitler de İlâhi hidayete vesiledirler. Hidayet ise ancak Allah’tandır. Nitekim peygamber oğlu olması Nuh’un oğlunu boğulmaktan kurtaramamıştır. Peygamber Efendimizin (asm), “Ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni kurtaramam!” şeklindeki hatırlatması, cidden anlamlıdır. (Müslim, İman, 348)
Bu misaller, vesileyi ve şefaati reddetmek değildir. Peygamberlerin, kâmil mürşitlerin elbette şefaati olacaktır. Fakat buna layık olabilmek için, belli bir amel ve ihlas seviyesini yakalamak lazımdır.
Hatta Hz. Musa gibi ulü’l-azim bir peygamberini, ilahî esrar ve hikmetleri öğrenmesi için Hz. Hızır’a tabi kılmıştır. Ama bunlar sadece birer perdedir, onlarda tasarruf eden, sebepleri de neticeyi de var eden yalnız kudret-i ilahidir. Bediüzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Esbab, bir perdedir. Çünki: İzzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, Kudret-i Samedâniyedir. Çünki: Tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâliyeti iktiza eder.” (Sözler)
İnsana her ne iyilik, hayır, maddî ve manevî menfaat isabet etse, bunlar hep Allah’tandır, O’nun lütuf ve keremidir. Ancak insandan sadır olan günah ve kusurlar ise kendi nefsindendir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü