İrşat için mutlaka mürşit gerekiyor mu; mürşitsiz olmaz mı?
Değerli Kardeşimiz;
Şeyh, yol gösteren arif kişi,(1) mürit ise şeyhe bağlı olan kimsedir.(2) Şeyh (mürşit), insanları halktan Hakk'a ulaştırmada bir rehber ve bir kılavuzdur. Okulda hoca ne ise, dergâhta mürşit de odur. Hoca, daha çok akla hitap eder. Mürşit ise, ruh ve kalbp ile meşgul olur. Mürşidin yüzü nuranî, sözü Rabbanîdir.(3)
Mürşide, hangi zaviyeden bakmak gerektiğini Üstad'ımızın şu ifadaleri güzelce nazara vermiştir:
"Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve makes olduklarını bilmek lazımdır. Mesela, hararet ve ziya, sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Sende, Güneş'e karşı minnettar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, Güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır."
"İşte, mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Hakk'tan gelen feyze makes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır."(4).(Lem’alar, On Yedinci Lem'a)
“Vesile” kelimesi üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz.
“Allah’a bir vesile arayın” (bk. Maide, 5/35) ayeti vesileyi emreder. Vesile, Allah’a kurbiyete (yakınlığa) sebep olacak şeylerdir. Mesela, ilahi emirleri yapmak, günahları terk etmek gibi...(5) Keza, salavat Resulullah’a (asm) ulaşmaya bir vesile, Resulullah ise, Rahman’ın rahmetine bir vesiledir.(6)
Vesile; kendisiyle başkasına yaklaşılan şey demektir. Tevessül yani seyrü sülûk ise, bir mürşidin terbiyesine girip onun vesilesiyle hakikate ermek, esrara ve envara nail olmaktır.
Tarikattaki rabıta kelimesi de bağ, münasebet, ilgi, alaka ve mensup olmak gibi manalara gelir. Tasavvufta ise rabıta, müridin kendi şahsiyetinden sıyrılıp, önce şeyhinin daha sonra da Resulullah’ın (asm) şahsiyetinde fani olması; hayata ve hadiselere onların nazarıyla bakmasıdır.
Başka bir tarif ile rabıta; bir müridin, vuslata nail olabilmesi için, mürşidine tevessül etmesi ve onun himmetiyle tevhidin hakikatlerine mazhar olmasıdır.
Muhakkikler ise; “Vesileden murat, mürşid-i kâmil ve ibadettir.” buyurmuşlardır. Müminler, Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak ve ona dost olmak için başta Hz. Peygamber (asm) olmak üzere, onun izinden giden evliyayı vesile yapmaktadırlar.
Hz. Ömer (ra.), yağmur yağmadığı zaman Hazret-i Abbas’ı yanına alır ve şöyle dua ederdi:
“Yarabbi, bu zat Hz. Muhammed (asm.)’ın amcasıdır. Onun hürmetine yağmur ver." (Sahih-i Buharî 2/34)
Hekim, şifaya vesiledir, fakat şafi-i hakiki Allah’tır. Onun gibi, mürşit dahi ilahi feyiz ve hidayete bir vesiledir ama hidayet Allah’tandır.(7) Müridin şeyhine kalbini bağlaması, onda fâni olması, tasavvufî ifadesiyle fena fiş-şeyh; fenâ fir-resul ve fena-fillaha vasıta olmalıdır.(8) Yani mürid, şeyhinde fani olmak halinden Resulullah’ta fani olmaya yükselmeli, o makamdan da Allah’ta fani olma derecesine çıkmalıdır.
İlim ehli insanlardan istifade, irfan sahibi mürşitlerden ise, istifaza edilir, feyz alınır. Kâmil mürşitlerin huzurunda duyulan huzur, bir feyz tecellisinden ibarettir.
“Onların nefesi, gayb âleminin baharındandır. Onun tesiriyle, gönülde ve canda yeşillik ve tazelik husule gelir.”(9)
Bir üstada merbutiyet, bir şeyhe bağlılık güzel olmakla beraber, bu bağlılık insanı, “şeyhim beni kurtarır” şeklinde bir düşünceye de sevk etmemelidir. Nitekim peygamber hanımı olmak, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarına yetmemiş (bk. Tahrim, 66/10), peygamber oğlu olmak Nuh’un oğullarından birisi için fayda sağlamamıştır.(bk. Hud, 11/45-46). Cenab-ı Hak, Nuh’un oğlu için, “O senin ehlinden değil.” demektedir. Şüphesiz bu, neseb itibariyle değil, iman yönündendir.
Hz. Peygamber (asm)'in, kızı Fatıma’ya,
“Ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni kurtaramam!”(10)
şeklindeki hatırlatması, çok manalıdır.
Beyazid-i Bistami, “Kürkünüzden bir parça verseniz de teberrüken üzerimde taşısam.” diyen müridine şöyle der: “Evladım, sen adam olmazsan, değil Bayezid’in kürkü, belki derisini yüzüp de içerisine girsen, yine fayda etmez.”(11)
Bütün bu izahlar ve verilen misaller, şefaati ve vesileyi reddetmek değildir. Peygamberlerin, kâmil mürşitlerin elbette şefaati olacaktır. Fakat buna layık olabilmek için, belli bir amel ve ihlas seviyesini yakalamak lazımdır.
Evet, bu dünya hikmet ve imtihan yeridir. Bu hikmete binaen Cenab-ı Hak, Hakîm isminin muktezasınca bu dünyada maddi ve manevi her şeyi sebeplere bağlamış, bütün lütuf ve nimetlerini o sebepler vasıtasıyla ikram etmiştir. İnsanı da o sebeplere riayet etmeye mükellef kılmıştır. Hayata teveccüh eden bütün nimetlere güneşi, yağmuru ve toprağı vesile kılmıştır. Toprağı bütün hububat ve bitkilere, ağacı meyveye, anne ve babayı evlada vesile ettiği gibi, insanın manevi tekâmülüne, feyiz ve irfanına da başta Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) olmak üzere, diğer peygamberleri (as.), ulemayı, mürşit ve evliyayı birer vesile kılmıştır. Nazenin çiçek ve çimenler, bağ ve bahçeler güneşin ziyasıyla feyizlenip neşvünema buldukları gibi, insanlar da manevi âlemlerin güneşi hükmünde olan enbiya, ulema ve evliyanın feyziyle feyizlenip tekâmül ve terakki ederler. Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını talim ve tebliğde peygamberler birer vesile olduğu gibi, ilim, irfan, marifet, edep, hayâ ve takva gibi ulvi hasletler ile teçhiz olmuş kâmil insanlar da birer vesiledir. Aynı şekilde Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler de birer vesiledir.
Dünyada her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimai ve manevi hastalıkların tabibi de peygamberler ve âlimlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları birçok manevi hastalıklardan korumak, cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için peygamberler ve mürşitler lazımdır.
Kaynaklar:
1. İz, Tasavvuf, s 100.
2. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 114.
3. Eraydın,Tasavvuf ve Tarikat, s. 116-1191.
4. Nursi, Lem’alar, On Yedinci Lem'a, s. 129-130.
5. Alûsi, Ruhu’l- Meâni, Vl, 124-125.
6. Nursî, Lem’alar, s. 97.
7. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 114-115.
8. Eraydın,Tasavvuf ve Tarikat,. s. 384.
9. Mevlana, IV, 1008.
10. Müslim, İman, 348.
11. Tahiru’l-Mevlevi, VII, 692.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
İRŞAD NEDİR, MÜRŞİD KİMDİR? Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak aklidinden sakınmak şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun. Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır: Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır. Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah'tan başkası önünde eğilmezler ve O'nun rızasından başka bir şey de talep etmezler. Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah'tır. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden... O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek. Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk'a uyarıp, duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56) Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur. Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah'ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah'ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır. Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi. İrşadın manası ve ehemmiyeti Kelime olarak irşad: Hak ve hakikate, iyiye, doğruya tercüman olmak, Allah yolunu göstermek manalarına gelmektedir. Tasavvufî manasıyla irşad ise: Allah'ı kullarına, kullarını da Allah'a sevdirmektir. Belirli bir eğitimi ve metodu olan bu irşadı, şu şekillerde de tarif edebiliriz: * Yaratıcısıyla tanışık olmayan ruhları onunla tanıştırmak, Rabbi'yle tanışık olan ruhları da onunla olan münasebetlerinde derinleştirip yükseltmek. * Potansiyel olarak insanlık kabiliyetine sahip olan insanı, fiilen insan haline sokmak. Diğer bir tabirle insan-ı kâmil yapmak. * İnsanın şer kabiliyetini hayır kabiliyetine çevirmek suretiyle, şeytan ve onun temsil ettiği kötülükleri bertaraf etmek. * İnsanı iyiliğe, ibadete, güzel ahlâka, salih amele, istikamete hasılı Rabbi'nin rızasına yöneltmek suretiyle O'na ulaşmasını sağlamak. Mürşidin mana ve keyfiyyeti İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşid denir. Allah'ın, doksan dokuz güzel isminden biri de er-Reşîd'dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri aralarından çıkarmaktadır. Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır. (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır. Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir. Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir. Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçılara kadar birçok irşad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara mürşid denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, Kendi muhtâc-ı himmet bir dede, bilmez ki gayra nasıl himmet ede denilir. Vaiz-mürşid farkı Vaaz ve nasihatle meşgul olanlar, ihlâslı olmak kaydıyla, irşad adına kısmen halka faydalı olabilirler. İlim öğretirler, faydalı ve doğru olanı kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazı konularda hayır ve iyiliğe de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabı bir kimsenin, terbiye ile başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Muhataplarını nefs ve şeytanın hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki Allah sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktıklarında, kendilerini de muhataplarını da helâk ederler. Nefs ve şeytanın oyuncağı olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüş bir şey de değildir. Böylelerinin hali, İmam-ı Gazalî Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip, eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamasına benzemektedir. Sıradan bir irşad eriyle Hakk'a yakınlık kazanmış velî bir mürşid arasında, en az yerden Arş'a kadar manevi mesafe vardır. Velîlik mertebesine yeni adım atmış mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tırmanmış Allah dostları arasında da belki bir o kadar mesafe daha vardır. Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beşeriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sırları gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan başka onlara kimse muttali olamamıştır. Kendi evladından ve müridlerinden çok sayıda velî yetiştiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin şeyhi Üftade Hazretleri şöyle demiştir: Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememiştir. İşte bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinleştirmiş bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar, onları Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden inşa eder. Mürşidlerin makamları Kâmil bir mürşidin velîlik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatın taliplerine manevi uaçması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (Allah'da fani olma) makamıyla başlar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adımlarıyla, bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan Allah'a vasıl olur. Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsanî ahlâkından soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanır. Cenab-ı Hakk'ın tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fizikî alem değildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Arş-ı A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardır. Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Tealâ'nın dışındaki her şeye (mâsivaya) şuurları kapalıdır. Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır. İşte bunun için fenafillâh makamından bekabillâha dönmeyen bir velîye irşad görevi verilmez. Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanların seviyesine inmektir. İrşad vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, velî ile talibin arasında -makam bakımından olmasa da- mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır. Bir velî, Allah'a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse, halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur. Aynı şekilde, fizikî aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü inişi fazla olduğundan mahluklara yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten başka velâyet makamının da sultanı olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çıkışta herkesten yukarı, inişte ise herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu. Şu halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşan bütün mürşidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları ile bu makamda olmayanların ahiretteki şefaatleri her halde bir olmayacaktır. Hatta ehl-i keşfin beyanına göre, Gavs, duasıyla sûfi olmayanların da imdadına yetişir, onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur. Kâmil mürşidlerin sözleri ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Onlar ashab-ı makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: Görüldükleri zaman Allah hatırlanır. Cismanî yüzleriyle Allah'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevlâ, onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, Kalbin nasıl dostum? diye sormaktadır. Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'ın kalbine girmek ve Allah'ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir. Paha biçilmez değerde bir kristale benzeyen o kalbi kırmak ise, şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, Allah ile savaşmaktır. Bir mürşide halife olmak Kâmil mürşidlerin en tatlı ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürşidler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, onların terbiyesi ile meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi, hiç olmayabilir de. Genel olarak iki türlü hilâfet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-ı kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin başı Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -ı Hak kimi seçtiyse, mürşid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet şekli budur. Mürid, bu çeşit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır. Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse, onun işi tehlikeli ve zordur. Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müridler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşidlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, mürşidlik başka bir şeydir. Kâmil mürşid tarafından izin verilmedikçe irşadları muteber değildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı hizmetler yapan bir ağabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Başkalarına halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın faydası yoktur. Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşidlikle bir alakaları yoktur. Mürşidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunların vazifeleri sona erer. Mürşidlik babadan oğula geçer mi? Mürşidlik kesinlikle babadan oğula, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir. Mürşidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike Allah'ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabilir, yabancı birisi de... Fenafillâhtan bekabillâh makamına kim döndü ise, Allah'ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur. Kâmil mürşidlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de, bu makamın layık olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergâhların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmişte bazı tasavvufî kollarda, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilâfet verenler çıkmıştır. Fakat beşik şeyhliğidiye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur. Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabii bir şey yoktur. Hatta bunlardan bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocağından yedi tane gavsın çıkacağını müjdelediği rivayet edilir. Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk'ın rızasına diker ve bu gaye uğrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onların sa'y u gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzal, 7-8). Şah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır. Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür. -----------------------------------------------------------------------------------------------
MÜRŞİDE İNTİSAB İntisap, Kuran ve sünnette anlatılan, övülen ve teşvik edilen biat etme amelinin kapsamı içindedir. Ne var ki, biat da intisap da çoğu müslümanların gündeminden tamamen çıkmış bulunuyor. Bazıları art niyetliler bu kavramları çeşitli çıkarlarına alet etmiş, bazıları da aslını öğrenmeden yanlış görüntü ve bilgilere aldanıp inkâra kalkmıştır İntisabın dinimizde önemli bir yeri vardır. Mesele dinin ihyası, insanın ıslahıdır. Bu vazife, her devirde usulüne uygun olarak yerine getirilmelidir. İntisap ya da biat... İşin adına değil, aslına bakılmalıdır. Bir farzı yerine getirmeye yardımcı olan şeyler de farz hükmünde olur. İnkârdan sakınmak, kibirden kurtulmak, ilahî emirleri ihlasla yerine getirmek, haramdan kaçmak, güzel ahlâklı olmak her müslüman için farzdır. Tasavvuf, bu farzları yerine getirmeyi hedeflemiş bir terbiye okuludur. İntisap, işte bu okula kaydolmaktır. İntisap, hakkın ipine sarılmaktır. İntisap, cemaat olmaktır. İntisap hak yolunda bir rehbere bağlanmaktır. İntisap, Allah dostuyla Allah yolunda gitmek için akid yapmaktır. İntisap, terbiye görmüş bir kâmilin terbiyesine girmektir. İntisap, veliler kervanına katılmak ve nurlu silsileye tutunmaktır. İntisap, kâmil mürşitle manevi bağ kurmak ve onunla Allah için dost olmaktır. Biat ve intisap işinde asıl olarak iki taraf vardır; birisi Allahu Tealâ, diğeri de, kul. Mürşidin yaptığı iş, kulun Allaha giden yolunu açmak, bu yolda ona şahitlik yapmak ve delil olmaktır. İntisaptan gaye mürşid değil, Allahu Tealâdır. Tasavvuftaki intisaba, nâbe, el alma, el verme tevbe etme de denir. bütün bunlar aynı şeydir. Bir hak talibi müridin, mürşidine sadık ve bağlı kalacağına, Allah için, Allah yolunda onun terbiyesine teslim olacağına, haramlardan kaçıp helal ve hayırlara sarılacağına, günahlardan tevbe edip bir daha yapmayacağına dair söz vermesine ve buna Allahı, Rasulünü ve mürşid-i kâmili şahit tutmasına intisap denir. İntisabın Kuran ve Sünneten delili çoktur. Rasulullah (A.S.), Allahın birliğini kabulden sonra, ashabıyla tek tek ve toplu halde takva, ibadet, güzel ahlâk, cihad ve hizmet için pek çok sözleşme yapmıştır. Buna biat denir. Bu biat uygulaması sonraki devirlerde devlet idarecileri ve maneviyat önderleri için birer örnek olmuştur. Kurnda biat Cenab-ı Hak Kuran-ı Hakimde biatı değişik ayetlerde zikrederek, şekil ve hedefini şöyle belirtmiştir: Rasulüm! Sana biat edenler hiç şüphesiz Allaha biat etmektedirler. Allahın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim yaptığı ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile yaptığı ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükafat verecektir. (Fetih/10) Ey Peygamber! Mümin kadınlar, seninle biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allahdan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.(Mümtehine/12) (Sünneteki biat şekillerini, Mürşid-i Kâmile İntisabın Şekli ve Gayes adlı eserimizde genişçe işlemiştik. Delil ve örnekler için oraya bakılmalıdır.) Mürşide intisabın şekli Biat ve intisabın özü, kalbin teslimiyeti ve sağlam niyettir. Şekiller alamettir, gaye değildir. Ancak bunun zahiren bir usul ve adabı vardır. Bu konuda intisabın delili olan hadislerden çıkaracağımız usuller şunlardır: Rasulullah (A.S.), Allahu Tealânın Rasulü ve halifesi olarak, erkek-kadın bütün insanların Peygamberi ve rehberi olduğu gibi, Ona vâris olan kâmil mürşidler, rabbanî alimler de bütün beşeriyetin irşad ve ıslahını hedef almalıdır. Mürşid-i kâmil hiçbir ayırım yapmadan herkese ve her kesime ilâhî daveti, iman, ihlas, takva ve güzel ahlâkı tebliğ etmekle memurdur. Mürşid-i kâmil, kendisine intisab edecek erkeklerle elele tutarak veya sözlü bir şekilde bu intisabı gerçekleştirebilir. Kadınlar mürşid-i kâmile intisaplarını sözlü olarak, bir perde veya kapı arkasından yapmalıdırlar. Kâmil mürşid, Rasullullah (A.S.) Efendimiz'in yaptığı gibi bir ucundan kendisi, diğer ucundan da tevbe ve intisap edecek kimselerin tutacağı şekilde bir bez veya sarık uzatarak tevbe ettirip, intisab yaptırabilir. Bu, özellikle tevbe ve intisap edeceklerin çok kalabalık veya vaktin çok dar olduğu zamanlarda yapılır. Ayrıca, mürşid-i kâmil, bir erkek veya kadını tevbe ve intisab yaptırma hususunda kendisine vekil olarak görevlendirebilir. Vekilin yapacağı, intisabı tarif etmek ve vekili bulunduğu zata irşad işinde yardımcı olmaktır. Hz. Rasulullah (A.S.)ın Hz. Ömeri ve Hz. Umeymeyi (R.A.) görevlendirmesi gibi. Mahremi olmayan bir kadının elini, onu tehlikeden kurtarmak ve zaruri tedavi gibi dinen müsaade edilen bir mazeret yokken tutup musafaha etmek, hayır gibi gözüken bir iş için de olsa caiz değildir. Bu, Sünnete uygun olmadığı gibi, yapana hayır da getirmez. Allame Eşref Ali Tanevî (Rh.A.) bu konuda şu tesbitleri yapmıştır: Bazı bilgisiz veya dikkatsiz kimseler, kadınlardan el ele biat alıyorlar. Bu kesinlikle caiz değildir. Yabancı kadının tenine zaruretsiz el dokundurmak günahtır. Hadiste, bu amelin batıl ve haram olduğu belirtilmiştir. Peygamber Efendimiz (A.S.)dan daha müttaki ve iffetli kim olabilir? Kadınlardan biat alma konusunda Peygamber Efendimizin bu kadar çok dikkat etmesine rağmen, hiçbir mürşidin kendisini baba veya melek gibi görerek, sorumsuz ve hayasız bir şekilde kadınlarla biat etmesi doğru değildir. Biatın anlamı söz vermektir. Bunun sözle olması yeterlidir. Son devirlerde bazı mürşidler, bağlanmayı kuvvetlendirmek ve halkın kalbini teskin için, bir kumaş parçasının bir ucunu kendisi tutup, diğer ucunu intisap edecek kimseye uzatarak intisap yaptırmaktadırlar. Bunun hiç bir zararı yoktur. Ayrıca erkekler içinde zaruret halinde veya zaruret olmadan sözlü biat yeterli olabilir. Bunun da hiçbir sakıncası yoktur. Fakat elle biat yapmak, biatın en çok alışılan şeklidir ve erkekler için bu hususta hiçbir mani yoktur. Hatta elle yapılması, biatın zahirî ve batınî manasını içinde bulundurduğu için daha evlâdır. İntisabın gerekleri İntisap eden kimseye lazım olan ilk şey ihlastır. İhlas, işini, ibadetini, hizmetini Allahın rızası için yapmaktır. İntisap kâmil mürşide yapılmalıdır. Bu mürşid, Hz. Peygamber (A.S.)a kadar uzanan bir silsileye sahip bulunmalıdır. İrşad izni olmayan ve silsilesi bulunmayan kimseye yanaşmamalıdır. İntisap edilen kâmil mürşidi Allah için sevmek, bu yolda ona güvenmek, onun bu işte mahir olduğunu bilip kendisine itimat etmek, terbiye ve terakki için şarttır. İntisap, itaat ve samimiyet ister. Yolun gereklerini, mürşidin emir ve tavsiye ettiği vazifeleri gücünce yerine getirmeyen kimse, intisabında samimi değildir. İntisabı sahih ve sağlam hale getirmek için mürşitle aynı yolu, aynı ameli ve aynı hali bir derece paylaşmalıdır. İntisap ölene kadar samimiyetle korunmalıdır. Kâmil mürşidi Allah için seven ve elinden tutan kimse, bu sevgiyi ve beraberliği hayatın her döneminde, acı-tatlı hallerinde muhafaza etmelidir. İntisabın meyveleri Bir mürşide intisap eden kimseyi, mürşidi Allahın bir emaneti olarak görür; sever, terbiye halkasına alır. Sadık mürid, mürşidin manevi evladı olur, onun ailesinden sayılır. Bu sayede bütün silsilenin bereketine kavuşur, manevi mirasına konmuş olur, feyizlerinden nasiplenir. İnsan sevdiği ve tabi olduğu kimselerle haşrolur. Kıyamet günü Allahu Tealâ herkesi imamı ile birlikte huzuruna çağırır. Kâmil mürşide tabi olan kimse mürşidi ve onun bağlı olduğu veliler ordusuyla birlikte mahşere gelir. Veliler, kendilerine verilen şefaat yetkisini önce tanıdıklarına kullanırlar. İntisap eden kimse bir cemaatin içine katılmış olur. Bu cemaat dua, göz yaşı, zikir ve tavsiye ile Allah yolunda birbirlerini desteklerler. Şeytana karşı siper olurlar. Cemaat halinde yapılan hayırlı amellerin sevabına bütün cemaat ortaktır. Bir kâmil mürşidin duaları içinde anılmak, onun yapmış olduğu zikir, amel ve hizmetlerden bir hisse almak mürid için en büyük kazançtır. Dr. Dilaver Selvi