Kâinatın ve eşyanın tesadüfen var olamayacağı veya tabiatın bir icadı olamayacağı konusunu özetler misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Tabiat kelimesi, kâinat ve fıtrat olmak üzere iki ayrı manada kullanılır.
“Annelerin tabiatında şefkat vardır.”, “Arının tabiatında bal vermek vardır.” dediğimizde, tabiatı fıtrat, yani yaratılış manasında kullanmış oluyoruz.
Gözün tabiatında görmek, dilin tabiatında tatmak, elin tabiatında tutmak, ayağınkinde ise yürümek vardır.
Güneşin tabiatında ışık saçmak, elma ağacının tabiatında elma vermek vardır. Kendisinde olmayan bir şeyi tabiat bunlara nasıl verebilir? Onlar bu tabiatlarını kendileri mi kazandılar? Öyle olsaydı, insan dilediğinde eli ile de görürdü, gözü ile de işitebilirdi. Elma ağacı bazen de armut verirdi.
Varlıklara mana-yı ismiyle bakan, mahlûkatın üstünde Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını okuyamayan insanlar, bu harika işleri ve bedi sanatları tabiata ve sebeplere vermekte, ona hayran olmakta ve onu sena etmektedirler.
Her varlığı mükemmel şekilde terbiye eden ve o şekilde programlayan Allah’tır. Dünyanın büyüklüğünü, güneşe olan uzaklığını ve eğimini canlıların istifade edebileceği şekilde tanzim eden Allah’tır. “Camit, cahil, kör, sağır” tabiatın elinden hiçbir şey gelmez. Hayat, ilim, irade, kudret, basar ve işitme sıfatlarına sahip olmayan bir varlığın, bir şeyi vücuda getirmesi mümkün değildir. Bu sonsuz ve mutlak sıfatlar, Allah’ın sıfatlarıdır ve yaratma da ancak O’na mahsustur.
Tabiat; Allah’ın sanatıdır, nakşıdır, defteridir, kitabıdır. Tabiat cansızdır, görmez ve işitmez. Hayatı ve iradesi yoktur. Bu kadar hikmetli ve sanatlı varlıkların meydana gelmesi tabiata verilemez ve tesadüfe havale edilemez.
Tesadüf; ilmin, hikmetin, iradenin dışında, kendiliğinden olan rastgele şeyler için kullanılır. Kâinattaki nizamlı, hikmetli ve sanatlı her şey tesadüfü reddeder ve İlâhî iradeyi gösterir.
Bu kadar sayısız varlıkların içerisinde sadece insanlara ve hayvanlara göz nimetinin verilmesi tesadüf olabilir mi? Eğer tesadüf olsaydı canlıların bir kısmı görür bir kısmı görmezdi. Ağaçların veya başka varlıkların bazısında da görme özelliği olurdu. Görme sıfatının sadece canlılara verilmesi, Cenab-ı Hakk’ın mutlak iradesini göstermektedir. Şayet canlılara verilen göz nimeti tesadüfen olsaydı bazılarına iki, bazılarına üç, bazılarına da beş tane göz verilirdi. Kimisinin gözleri ellerinde, kimisininki de enselerinde olurdu. Bütün canlılara ikişer adet göz verilmesi, her ikisinin de yüzlerinde yer alması ve aynı büyüklükte olması nihayetsiz bir ilmi ve mutlak bir iradeyi göstermektedir.
Bütün varlık âlemini Yüce Allah’ın isimlerinin aynası bilen, kâinattaki bedi, garip ve harika eserlere mana-yı harfi ile yani Allah namına bakan ve ibretle okuyan mütefekkir bir insan, her varlık üstünde Cenab-ı Hakk’ın silinmez ve taklit edilmez mührünü, sonsuz ilmini, mutlak iradesini ve nihayetsiz kudretini görür. Semada sayısız yıldızları deveran ettiren, dağları yeryüzüne direk yapan, zemini meyvedar ağaçlarla, sayısız ve mütenevvi çiçeklerle süsleyen Rabbinin azametini idrak eder. Böyle bir bakış; marifettir, fazilettir, ilimdir, tefekkürdür. Tefekkür ise en büyük bir ibadettir.
Varlıkları kendilerine malik saymak, gördükleri vazifeleri kendi iradeleriyle yaptıklarını vehmetmek, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları okuyamamak ise eşyaya mana-yı ismiyle bakmaktır. Kâinata manayı ismiyle bakan tabiatperetsler, onun arkasında tasarruf eden sonsuz kudreti görememekte ya da görmek istememektedirler.
Her ihtiyacının çevresindeki varlıkların düzenli ve hikmetli faaliyetleri sayesinde görüldüğünü düşünmeyen insan, her şeyi sahipsiz ve her hâdiseyi tabiî görür, kendini batıl inanışlara ve yanlış felsefî akımlara kaptırır.
“Sebepler, ancak birer perdedirler.”
Görünen bütün eşyanın sebeplerle meydana geldiği bir âlemde yaşıyoruz. Yağmur buluttan, meyve ağaçtan, insanlar anne ve babadan bu âleme geliyorlar. Ancak, bütün bu sebepler, kendileri vesilesiyle meydana gelen şeylerin yaratıcısı olamazlar. Bizler un, yağ ve şekeri kullanarak helva yaparız. Allah da kendi yarattığı toprak, hava, su gibi unsurları kullanarak insanı yaratıyor.
Sebepler ancak zahirî bir perde:
“Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder.”
Yani, sebepler görünüşte neticeler ile bitişiktir ama aralarında uzak bir mesafe var. Ufka baktığımızda yer ile gök birbirine bitişik görünür; hâlbuki aralarında yerden göğe kadar uzun bir mesafe vardır. Onun gibi sebepler ile neticeler arasında aşılmaz bir mesafe vardır. Bu manevî mesafe, imanın dürbünüyle ve Kur’ân'ın nuruyla görünür.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü