"Kur'ân-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış, âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"S - Belâgat ve hidayetten maksat, hakikati vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilâflardan kurtarmak iken, müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilâfat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı, birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?"
"C - Malûmdur ki, Kur'ân-ı Azimüşşan, yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına râcidir. Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur'ân'ın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ, bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur'ân-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış, âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin."(1)
Üstadımız, Kur'anın çok geniş manaları ihtiva etmesinin bir yönünün de konuları ucu açık bırakması olarak izah eder. Şayet tam açıklasa ve izah etmiş olsaydı, bir manaya işaret edecek, çok manalara kapı açılmayacaktı. Bu konuda çok güzel örnekler verir. Bunlardan bir tanesi şöyledir;
Hem meselâ, اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ [“İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Bakara, 2/5)] da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun."
"Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır.
Bir kısmı yalnız cenneti düşünür.
Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder.
Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi rica eder.
Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir."
"Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur’ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun."İşte, اَلْمُفْلِحُونَ der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: 'Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen rüyete mazhar olursun.' Ve hâkezâ..."(2)
İbadetleri, sevabında da kusurların cezalarında da tahsisatı yapılmayan sevap ve cezalar, farzlarda değil içtihada ve yoruma açık nafilelerdedir. Yoksa Kur’an’ın farzları açık ve seçiktir, bu hususta içtihat ve yorum yapılamaz. Ama Kur’an her asra ve her coğrafyaya hitap eden ezeli bir kelam olmasından dolayı, her asrın ve her iklimin ihtiyaç ve problemlerini de tatmin etmek için içtihat ve yorum kapısını da açık bırakmıştır.
Ehl-i sünnet dairesinde olan her meslek ve meşrep haktır ve istikamet üzeredir. Ehl-i sünnet ise, itikadda İmam Mâtürîdi ve İmam Eş'ari, amelde ise Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhebinden olanlara denir. Tabi amelde müşterisi kalmamış ve tarihte hak olan bir çok hak mezhepler de vardır, onlar bahsimizin dışındadır. İmam Evzai, Ebu Leyla gibi hak mezhepler buna örnek olarak verilebilir.
İtikat ve amelde bu mezhep ve ekollerin çizdiği dairede olan her meslek ve meşrep haktır. Bunların dışında olan meslek ve meşrepler ise batıl ve bidat yolundadır. Ölçümüz Ehl-i sünnetin çizdiği dairedir.
Hak mezheplerin ihtilaf ettiği kısım, dinin muhkem ve esas kısmı değil dinin teferruat ve detay kısımlarıdır. Kur’an ve sünnetin yüzde doksanlık kısmı muhkem ve esas olup -ki yoruma kapalıdır- burada ihtilaf ve farklılık caiz olmaz. Bunlar açık hüküm içeren kısımlardır. Kimse bu alanda fikir yürütemez, herkes bu alanda ittifak etmek zorundadır. Faizin haram olması gibi.
İhtilafın ve farklılaşmanın olduğu kısım ise, daha çok Kur’an ve sünnetin yüzde onluk mütaşabih ve yoruma açık olan kısmı içindir. Mezheplerin gezindiği noktalar Kur’an ve sünnetin yoruma açık olan bu yüzde onluk kısmıdır.
Mezhepler insanların farklı karakter, farklı iklim şartları, farklı kültürlerinin bir neticesi bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Mezhep ekollerinin içtihat karakteri de bulunduğu toplumun kültür ve coğrafi şartlarına göre biçimlenmiştir.
İnsanlığın, basma kalıp aynı anlayış ve kültür kalıbına girmesi, aynı iklim ve coğrafi koşullara adapte olabilmesi mümkün olamayacağı için mezheplerin de ortadan kalkıp birleşmesi mümkün değildir. Yani mezhepler fıtratın bir gereğidir.
Kırsal hayatın gerçeklikleri ile şehir hayatının gerçekleri birbirinden farklı olmasından dolayı mezhepler de buna bağlı olarak farklılık arz ediyor.
İki örnek ile bu meseleyi somutlaştıralım:
Birisi; başların mesh edilmesinde üç ayrı içtihat ve üç farklı mezhep görüşü vardır. Maliki mezhebine göre başın tamamı mesh edilir, Hanefi mezhebine göre ise başın dörtte biri mesh edilir, Şafi mezhebine göre ise parmak ucu ile ıslatmak kafidir.
Şimdi kutuplarda yaşayan bir Müslüman için en kullanılabilir görüş Şafi mezhebinin görüşüdür. Zira Maliki mezhebini tatbik etse hasta olur. Aynı şekilde Afrika'da yaşayan bir Müslüman için de en mutabık görüş Maliki mezhebinin görüşüdür. Zira sıcak memlekette başın tamamının meshi güzeldir. Coğrafya ve iklim olarak vasat olan yerlerde de Hanefi mezhebinin görüşü mutabıktır.
Şimdi mezhepler nasıl cem olur ya da mezhepsizlik nasıl olabilir?.. Afrika ve kutuplarda yaşayanları vasat olan bir coğrafyaya cem edebilirsek ki bu imkansız bir şeydir, ancak o zaman mezhepleri de cem edebiliriz, yoksa mezhepleri birleştirmek ya da ortadan kaldırmak fıtrat ve sosyal açıdan muhaldir.
İkincisi, her toplumun yemek ve içmek kültürü farklıdır. Bir toplum için leziz olan bir yemek, başka bir toplum için tiksindirici olabilir. Mesela; Tayland ve Afrika gibi toplumlarda haşerat ve böcek yemek gayet normaldir. Ama Türkiye ve Arap toplumunda bunlar gayet itici ve tiksindirici bir durumdur.
Şimdi hangi kalıbı ölçü alıp herkesi bu kalıp içine sokacağız da mezhepler cem olacak? Maliki mezhebinde haşerat yemek caiz görülmüştür. Hanefi mezhebinde ise kerih ve mekruh sayılmıştır. Her toplum kendine uyan bir mezhebi İslam içinde bulabilir. İşte mezheplerin rahmet ve zenginlik olması buradan ileri geliyor.
Mezhepler sosyolojik bir gerçektir, toplumsal farklılıkların bir neticesidir. Allah ve Resulü, bu gerçeklere rahmet olsun diye ayet ve sünnetlerini içtihada müsait bir kıvamda tayin etmiştir. Yoksa bir kalıp koyup, bütün milletleri o kalıp içine sıkıştırmak gerçekçi ve fıtri olmazdı. İşte İslam’ın fıtrata uygunluğu buradandır.
Mezhep imamları içtihatlarını hariçten İslam‘a sokmamışlar, İslam’ın içinde var olan ama; herkesin göremediği hafi manaları ve hükümleri içtihat vasıtası ile açığa çıkarmışlardır. Böyle olunca, bu mezheplerin hepsi haktır ve şeriatın bir meselesidir. Diğer bir tabir ile mezhepler, İslam’ın aslı ve esasından nebaen eden şeylerdir. Yoksa hariçten İslam içine sokuşturulan yabani maddeler değildirler.
Kur'an ve sünnette birlik ve beraberliğe yapılan vurgu ve ihtilafın zemmedilmesi dinin esasat kısmınadır. Yani dinin yoruma ve içtihada açık olmayan ve manası muhkem ayet ve hadisler hakkındadır ki Kur'an ve sünnetin yüzde doksanı bu şekildir. İslam alimleri bu manayı “Mevrid-i Nasda içtihada mesağ yoktur." şeklinde formüle etmişler. Yani manası açık ve net olan ayet ve hadislerde içtihat ve yoruma ruhsat yoktur. İşte Kur'an ve sünnette men edilen ve yasaklanan içtihat ve yorum manası ve hükmü açık olan ayet ve hadisler için geçerlidir.
Lakin bir de yukarıda da izah ettiğimiz üzere insanların fıtri, coğrafi ve örfi, farklılıklarından hasıl olan farklı yaşam tarzlarına cevap vermek için emredilen veya cevaz verilen ihtilaf vardır. Bunlar İslam’ın inanç ve temel ibadetlerine nispetle feri ve detay konulardır. Allah ve Resulü bu feri farklılıkları tatmin etmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için içtihat ve yorum farklılıklarına cevaz vermiştir. İşte mezheplerin çıkış noktası bu meşru farklılıkların bir neticesidir.
Dini metinleri ihatalı olarak anlamakta zorluk çeken birtakım cahil tabaka, birlik ve beraberliğe vurgu yapan ayet ve hadisleri meşru ve caiz olan içtihat ve yorum sahasına tatbike çalışıyorlar.
İçtihat ve mezhepler hakkında varit olan ayet ve hadisler:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ, 4/59)
"Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiş olur. Emire itaat eden, bana da itaat etmiş olur. Emire isyan eden bana da karşı gelmiş olur.”(3)
Burada emirden maksat, müçtehit alimler olduğu alimler tarafından ittifak ile kabul edilmiştir.
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir.”(4)
Bu hadis-i şerifi İmam-ı Beyhaki, İmam-ı Münavi, İmam-ı ibni Nasr ve İmam-ı Deylemi gibi sözleri dinde senet olan hadis imamları bildirmişlerdir.
Bu hadisdeki ihtilaf manası cahil tabakanın mezhep taassubuna delil değil, müçtehit alimlerin yorum ve içtihat ihtilafına delildir. Zaten müçtehitlerde içtihatlarını yine Kur'an ve sünnetin tespit ve tayin ettiği usul üzere yapıyorlar, yoksa hevasına ve keyfine göre içtihat yapmıyorlar.
Hz. Peygamber (asv) Muaz İbn Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken ona sordu.
"Ne ile hükmedeceksin?" O da
"Allah'ın kitabıyla."
"Onda bulamazsan?.." Muaz:
"Rasulullah'ın sünnetiyle hükmederim." dedi.
"Bunların her ikisinde de bulamazsan ne yaparsın?" diye sorunca, Muaz:
"O zaman re'yimle içtihad ederim." dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak,
"Rasulünün elçisini, rasulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun." dedi.(5)
Böylece Rasulullah Kitap ve sünnette hükmü bulunmayan meseleler hakkında ictihad etmesine izin verdi. Fakih sahabeler de Muaz bin Cebel'in yolunu takip ettiler.
Dipnotlar:
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, 2. Ayetin Tefsiri.
(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
(3) bk. Buhari, Cihad, 109; Müslim, İmare, 43.
(4) bk. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/210-212.
(5) bk. Ebû Dâvûd, el-Akdiye, 11; Ahmed b. Hanbel,Müsned, V/230, 236.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü