"Kur'an-ı Mucizü’l-Beyan'ın kuvvetli işaretiyle o halis şakirtler, ehl-i saadet ve ashab-ı cennet olacaklarına müjdesi pek kati ispat ederler." Bu işaretler nelerdir?
Değerli Kardeşimiz;
"Hem, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, her bir şakirdinin, her bir günde binler halis lisanlarıyla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salahatin işledikleri a’mâl-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp, her bir hakiki sadık ve sebatkâr şakirdlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğini... kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı Âzamdaki tahsinkârane ve teşvikkârane beşareti ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan'ın kuvvetli işaretle o halis şakirtler, ehl-i saadet ve ehl-i cennet olacaklarını müjdesi pek kati ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister." (Kastamonu Lahikası, 84. Mektup)
Üstadımız Nur talebelerinin aslında bu üç müjdeye nail olmalarının sebeplerini paragrafın başlangıcından veriyor. Yani;
"Hem, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, her bir şakirdinin, her bir günde binler hâlis lisanlarıyla edilen makbul duaları" ifadesiyle her bir şakirdin diğerlerine ciddi anlamda dua etmelerinin imanla kabre göçmek için muazzam bir vesile hazine hükmünde olduğunu ortaya koyuyor. Dünyanın her yerinde iman ve kur'ana hizmet eden bu samimi dindarlar ve iman hizmetçileri birisine sağlam ve samimi dua ettikleri zaman, rahmeti ilahiyenin şanındandır ki, bu duaları geri çevirmez. Bunu hem Kur'an, hem İmam-ı Ali (r.a) hem de Şah-ı Geylani Hazretleri bu mukadder neticeyi işari bir tarzda haber veriyorlar.
"binler ehl-i salahatin işledikleri a’mâl-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp," Burada da birincisine benzer, fakat daha büyük müjdeyi içinde barındıran muazzam bir neticeye işaret edilmektedir. Yani her Nur talebesi, diğerlerinin kazandığı sevabın aynısını -fakat hizmet, sebat, sadakat ve ihlas seviyelerine göre- almalarını haber veriyor. Üstad'ımızın bu müjdesi, dünyaya değişilmez muazzam bir neticeye vesile olduğunu görüyoruz. Zira büyük bir evliyanın bile kazanamayacağı kadar muazzam sevaba nail olmak mümkün oluyor. İşte bunu da Kur'an, İmam-ı Ali ve Şah-ı Geylani görüp işari bir tarzda müjde veriyor.
"her bir hakiki sadık ve sebatkâr şakirdlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğini..." cümlesi ise yukarıda anlattığımız gibi, her bir adamı binler adam seviyesinde hem duaya hem de sevaba kavuşturan mükemmel bir hazinenin sahipliğini kazandırıyor.
İşte Üstad'ımızın bahsettiği bu üç mübarek kaynak, yani Kur'an, İmam-ı Ali (r.a) ve Gavs-ı Azam (k.s), hakiki Nur talebelerinin kabre imanla göçeceklerini ve ehl-i cennet olacaklarını müjdelemektedir. Bunlardan Kur'anın bahsettiği müjdelerden sadece bir tanesini vermeye çalışalım:
"YİRMİ ALTINCI ÂYET:
Sûre-i Hûd’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ ayetinin iki satır sonra gelen وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ ayetidir. Şu ayetin şeddeli م ve şeddeli ل ve şeddeli ن ikişer sayılmak ve الْجَنَّةِ deki ت vakıfta olduğundan ﻫ olmak cihetiyle makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli iki (1352) olmakla, tam tamına Resâili’n-Nur şakirtlerinin en meyusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üç yüz elli iki (1352) tarihine tam tamına tevafukla, o acınacak hallerinde kudsî ve semavi bir teselli, bir beşarettir. Ve ayetin münasebet-i maneviyesi bir iki risalede, yani Keramat-ı Aleviyede ve Gavsiyede beyan edilmiştir..."
وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا deki سُعِدُوا kelimesi فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ deki سَعِيدٌ kelimesine Kur’an sahifesinde tam müvazi ve mukabil gelmesi, bu tevafuka bir letafet daha katar. Bu ayetin küllî ve çok geniş mana-yı kudsîsinin cüz’iyatından Risale-i Nur şakirtleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüz’îsi bu asırda bin üç yüz elli iki (1352)’de bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor. Eğer فَفِى الْجَنَّةِ kelimesinde vakfedilmezse ve خَالِدِينَ kelimesiyle raptedilse, o vakit ﻫ ,ت olmaz.
Fakat daha lâtif tesellikâr bir tevafuk olur. Çünkü وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا kaide-i nahviyece müptedâdır. فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ onun haberidir. Bu haber ise, makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) adediyle, bin üç yüz kırk dokuz (1349) tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur’ân hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı cennet ve ehl-i saadet olduğunu mana-yı işarisiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirtleri Kur’ân hesabına fevkalade hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin telifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzaratı tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe müteveccih ve işari, tesellikâr bir beşaret-i Kur’âniye en evvel onlara baktığını gösterir.
Evet, فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ de şeddeli ن, bir ن sayılmak cihetiyle ت dört yüz (400), خ altı yüz (600); bin (1000) eder. İki ن yüz (100); bir ى, iki ف, bir ل iki yüz (200); diğer ل otuz (30), ikinci ى on (10), iki elif (ا) iki (2), bir ج üç (3), bir د dört (4), kırk dokuz (49) eder ki; yekûnu bin üç yüz kırk dokuz (1349) eder.Bu müjde-i Kur’âniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. Şöyle ki:
Isparta’da başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zata, rüyada ona deniliyor ki, "Resâili’n-Nur şakirtleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler." Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur’âniyenin bir müjdecisi imiş. (Haşiye: Cihan saltanatından daha ziyade kıymettar bir müjde-i Kur’âniye, bir beşaret-i semâviye bu sayfada vardır.) (Şualar, Birinci Şua, 26. Ayet)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü