"Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur." İslam'ın kendisi değil ama İslam ülkelerinin hali içler acısı, ne dersiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur. O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem."(1)
Buradaki "mağlup olmaz" ifadesini iki şekilde anlayabiliriz:
Birincisi, ilmen mağlup olmaz demektir. Yani Risale-i Nurlar iman hakikatlerini öyle bir şekilde izah ve ispat ediyor ki, hiçbir düşünce ve felsefe onu bu cihetle mağlup edip fikirlerini çürütemez.
İkincisi, Risale-i Nur akibet ve netice itibarı ile mağlup olmaz demektir. Yani Risale-i Nur hak ve hakikat yoludur. Hak ve hakikat ise, er veya geç mutlaka batıla galebe çalar. Hak her zaman üstündür. Aşağıdaki hadis-i şerif de bu hakikati ifade etmektedir:
“El hakku ya’lu velâ yu’la aleyh / Hak yücedir, ondan üstün ve yüce hiçbir şey yoktur.”(Buhârî, Cenâiz 79; ed-Dârakutnî, es-Sünen 3:525; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:205; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 6:128.)
Müslümanların son bir iki asırda geri kalmaları ve mağlup olmalarının sebebi; İslâm Dininin ulvî hakikatlerini hayatlarına tatbik etmemeleri ve layıkıyla yaşamamalarıdır.
Dinin, terakkiye mani olduğunu iddia etmek, geri kalış sebebimizi İslâm dininde aramak en büyük bir cehalet ve hamakattır. Asr-ı saadetin bir iman, ahlâk, adalet ve huzur asrı olması bunun en güzel delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî Devletinin sekiz yüz sene Avrupa’ya ilim ve irfanda rehber olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de san’at sahasında ulaştıkları şahikalar bu nevi iddiaların asılsız olduğunun delilidir.
İslâm ve Müslüman mefhumlarını birbirinden ayrı düşünme lüzumu ortaya çıkıyor. İlerleyen de Müslümanlardır, gerileyen de. İslâm ne ise odur.
"Bugün sizin dininizi ikmal ettim (kemâle erdirdim). Üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. (İslâm’a razı oldum.)" (Mâide Sûresi, 3)
Bu ayette de ifade edildiği gibi Allah’ın beğendiği ve ikmal ettiği din, en mükemmel dindir, maddî ve manevî her türlü terakkinin vesilesidir. İslâm âleminin bugünkü hali, İslam’dan değil, onu doğru anlamamaktan ve güzelce yaşamamaktan kaynaklanıyor. İktisadî olarak ilerlemiş devletlerin maddî terakkisi, dinden kaynaklanmıyor. Ne Amerika ne de Avrupa dinî esaslarla idare edilmiyorlar. Yıllar önce yapılan bir ankette Alman gençliğinin yüzde doksandan fazlasının ateist olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün de durum fazla değişmiş değil.
Avrupa ülkelerindeki terakkinin kaynağı inandıkları din değil, koydukları kanunlara tam uyulmasıyla toplumda yerleşmiş bulunan umumî disiplindir.
Geri kalışımızın sebebi olarak İslâm’ı gösterenlerin, "Kur’anın şu hükümleri ve Resulullah’ın şu hadisleri terakkiye manidir" diye yola çıkmaları ve bu iddialarını ispat etmeleri gerekir. Hıristiyanların bizden ileri olmalarının, bizim İslâm’a bağlılığımızdan geldiğini vehmedenlerin, bugünkü teknolojinin ve maddî kalkınmanın esaslarını İncil’de arayıp bulmaları ve "Biz bunlardan mahrum olduğumuz için geri kaldığımızı ispat etmeleri gerekir. İncil’de ne iktisadî hayata, ne de devlet idaresine dair bir tek ayet mevcut olmadığı için, bunu ispat etmeleri mümkün değildir.
Nur Külliyatından Lemaat adlı eserde şöyle bir suale yer verilir:
"Bir zaman bir sâil dedi: "Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?"
Yani, "Mademki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin Müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?"
Üstad Hazretleri bu suale, dört ayrı yönüyle, çok harika bir şekilde cevap veriyor.
Bu cevapta, önce, vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği hedefin ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine, vesilelerine tam riayet ederse, muvaffakiyet onun olacaktır. Hangi mahsülden, hangi şartlarda, hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile netice alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse muvaffakiyet onundur.
Sualde geçen kuvvet mefhumuna da şöyle temas edilir: "Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var."
Maddî bakımdan terakki etmek, düşmanımıza yahut rakiplerimize galip gelmek istiyorsak, kuvvetli olmaya mecburuz. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa, galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız tahtanın mağlup düşeceği bellidir.
İkinci olarak, konu insandaki sıfatlar âlemi yönünden ele alınır. Bütün güzel sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (asm) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki, tatbikatta nefsin, şeytanın ve nice unsurun tesiriyle, bir Müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayr-ı müslim, gördüğü eğitimin ve toplum disiplininin bir neticesi olarak bazı güzel sıfatlara sahip olabilir. Bunlar ondaki müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.
Ticaret hayatından bir misal verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensip sahibi olmak gibi sıfatlar, ticaretin neticesine doğrudan tesir ederler. Bir gayr-ı Müslim, bu sıfatlara sahipse ve yine bir Müslüman bu sıfatlardan mahrumsa, o gayr-ı müslimin Müslüman’dan daha zengin olması beklenen bir neticedir. Burada kâfir Müslüman’a değil, müslim sıfatlar, gayr-ı müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve netice, sıfatlar âleminde, yine hakkın olmuştur.
Bu konu işlenirken şu çok ehemmiyetli bir tespite de yer verilir:
"Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir."
Hayatın hakkı umumîdir, şamildir. Yani bu noktada mü’min, kâfir, insan, hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızık da verilir. Rızık; imanın ve ibadetin değil, hayatın hakkıdır. Berikilerin hakkı, ahiret yurdundaki ebedî saadettir.
Allah’ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur. Bunların çoğu, kişinin inancıyla alakalı değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi, bunun için lüzumlu şartları yerine getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz. Yine, Şâfi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen bir insan, hastalığına faydalı ilacı kullanır. Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü ilaç kullanan kişi, Şâfi ismine müracaat etmeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola girmeyen bir insan, kâmil bir mü’min de olsa, şifaya kavuşmayabilir.
Buna göre, bir Müslüman, dünya hayatında, İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı diliyorsa, hayatının o tecellilere layık bir ayna olmasına çalışmalıdır. Bunu yapmazsa netice alamaz. Ama aynı mü’min ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara nail olabilir.
Bu şartları yerine getirmeyen bir insan ise, dünyada ne kadar muvaffak olursa olsun, cennetten nasip alamaz.
Aynı parçada meselenin bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir: Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını temin eden kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekviniye deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır.
Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükâfat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvinî şeriata uyanların ve uymayanların ise büyük ekseriyetle karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvinî şeriata uymayan bir mü’min, cezasını muvaffakiyetsizlik, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayr-ı müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek de olsa uygun hareket etmesinin mükâfatını bu dünyada görür.
Bu üç madde, muvaffakiyetin yahut muvaffakiyetsizliğin temel sebepleridir. Ve hâdiselerin kahir ekseriyeti, bu maddelerin biriyle yahut bir kaçıyla izah edilir. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî takdirin gizli bir hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir. Bu maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.
Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir alakası yoktur.
Risale-i Nur'un vermiş olduğu tahkikî iman dersleri, bir gün mutlaka âlem-i İslam’ı uyandırıp makûs talihini tersine çevirecektir inşallah.
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua.
(2) bk. bk.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü