Bazı çevreler İslam aleminin bugünkü perişan haline İslam’ın sebep olduğunu iddia edip din aleyhinde bulunuyorlar. "El-hakku ya'lû" ışığında bilgi verir misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Bir zamanlar sıkça gündeme getirilen şimdi de yer yer nükseden bir hastalık var:

Dinin, terakkiye mâni olduğunu sanmak ve Hristiyan ülkelerden geri oluşumuzun sebebini İslam dininde aramak.

Bu iddiaya cevap vermeden önce bazı noktalara işaret etmek isteriz.

Birinci Nokta:

İslam dini ilk zuhur ettiği dönemde Müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına, zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet hâline gelmiş ve bir asır öncesine kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlak, fazilet, adalet ve huzur asrı olması bunun ilk delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî devletinin Avrupa’ya ilimde rehber olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de sanatta yükseldikleri şahikalar bu tür iddialarla örtülecek, saklanacak cinsten değildir.

Burada İslam ve Müslüman mefhumlarını birbirinden tefrik ve temyiz etme lüzumu ortaya çıkıyor. İlerleyen de Müslümanlardır, gerileyen de. İslam ne ise odur.

"Bugün sizin dininizi ikmal ettim (kemale erdirdim). Üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim. (İslam’a razı oldum.)." (Mâide, 5/3)

O zaman şu sualin cevabını aramak gerekiyor:

- İmparatorluklar kurduğumuz dönemlerde mi İslam’a daha çok bağlıydık, geri kaldığımız dönemlerde mi?

Bir Diğer Nokta:

Geri kalışımızın sebebi olarak İslam’ı gösterenlerin, Müslümanları bir tarafa bırakıp İslam üzerinde konuşmaları ve “Kur’anın şu hükümleri, Resulullah’ın şu hadisleri terakkiye manidir.” diye yola çıkmaları ve delillerini ortaya koymaları lazım gelir.

Mesela yalanı, zulmü, içkiyi, kumarı, zinayı, stokçuluğu, faizi, gıybeti, ırkçılığı... kısacası her türlü kötülüğü yasaklamanın terakkiye engel olduğunu ispat etmeleri gerekir.

Üçüncü Nokta:

Hristiyanların bizden ileri olmalarını İslam’a hamledenlere bir vazife daha düşüyor. O da bugünkü teknolojinin, maddî kalkınmanın esaslarını İncil’de arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık.” diye bir gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil’de ne iktisadî hayata ne de devlet idaresine dair bir tek ayet mevcut değildir.

Son bir noktaya da işaret edip cevabına geçelim:

Bu iddiayı ortaya atanların, dünün çalışkan, cevval, hamiyetli, dürüst, vatansever insanını, bugünün hak hukuk tanımaz, soygunculuğu hüner sayan, şehvet düşkünü, her şeyi nefsine feda eden, egoist insan hâline getiren eğitim sisteminin İslam’dan kaynaklandığını da ispat etmeleri gerekir.

“Madem El-HakkuYa’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?”

Yani, “Madem ki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin Müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?”

Bu sualin cevabı dört ayrı yönüyle çok öz ama çok doyurucu olarak verilir.

Önce, vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği hedefin ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine, vesilelerine tam riayet ederse, muvaffakiyet onun olacaktır. Hangi mahsulden hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile netice alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse muvaffakiyet onundur.

Sualde geçen "kuvvet" mefhumuna da şöyle temas edilir:

“Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.”

Muvaffak olmak, düşmanınıza yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız, kuvvetli olmaya çalışmanız gerekir. Zira kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa, galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız, tahtanın mağlup düşeceği bellidir.

İkinci olarak, mesele insandaki sıfatlar âlemi yönünden ele alınır. Bütün güzel sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (a.s.m.) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki uygulamada nefsin, şeytanın, bozuk toplum yapısının ve daha nice unsurun tesiriyle, bir Müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayri müslimde, gördüğü terbiyenin ve toplum yapısının bir neticesi olarak bazı güzel sıfatlar bulunabilir. Bunlar ondaki Müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.

Ticaret hayatını örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensiplilik gibi sıfatlar ticaretin neticesine doğrudan tesir ederler. Bir gayri müslim bu sıfatlara sahipse ve yine bir Müslüman bu sıfatlardan mahrumsa, o gayri müslimin Müslümandan daha zengin olması beklenen bir neticedir. Burada kâfir Müslümana değil, müslim sıfatlar gayri müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve netice, sıfatlar aleminde, yine hakkın olmuştur. Bu konu işlenirken fikrimize ufuklar açan şöyle bir tespite yer verilir:

"Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i ammenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir." (Sözler, Lemeat, "El-hakku yâ’lû" Bizzat, Hem Âkıbet Muraddır.)

Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mü’min, kâfir, insan, hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızk da verilir. Rızk; imanın ve ibadetin değil hayatın hakkıdır. Onların hakkı ahiret yurdunda ebedî saadettir.

Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:

Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise, kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekvinî deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır.

Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükâfat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvinî şeriata uyanların yahut uymayanların ise kâhir ekseriyetle karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvinî şeriata ittiba etmeyen bir mü’min cezasını muvaffakiyetsizlik, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayr-i müslim ise İlâhî iradeye -bilmeyerek de olsa - uygun hareket etmesinin mükâfatını bu dünyada görür.

Bu üç madde başarının yahut başarısızlığın temel sebepleridir. Ve hadiselerin çok büyük ekseriyeti bu maddelerin biriyle yahut birkaçıyla açıklanır. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada ilahi takdirin gizli bir rahmet ve hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir.

Dördüncü maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.

Bu maddenin ehemmiyeti şu noktadan büyüktür: Bir hadisi-i şerifte,

“Belaların çoğu peygamberlere, sonra derecesine göre Allah’ın diğer sevgili kullarına gelir...” (bk. Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174.)

buyurulur. Peygamberlerin çoğunun ümmetlerinden, hakaret görmeleri, ülkelerinden kovulmaları, işkencelere tabi tutulmaları Rabbanî bir sır, ilahi bir hikmettir. Onların çektikleri sıkıntılar, Nur Müellifinin ifadesiyle birer menfi ibadettir.

Sabır esasına dayanan, tevekkül ve rıza esasına dayanan, ama katlanılması oldukça zor olan bu ibadetin mükafatı da aynı ölçüde büyüktür. Bu sıkıntılarla başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevgili kulları hem manen terakki ederler, hem de çoğu zaman bunun karşılığı olarak hak davaları geç de olsa insanların kalplerinde yer tutar. Onlara zulmedenler kabirlerinde azap çekerlerken, onların ümmetleri yeryüzünde hakkı yaşar ve yaşatırlar.

Bir bitkinin gelişmesinde gecenin ve gündüzün ayrı faydaları olduğu gibi, insan ruhunun inkişafında da celal ve cemal tecellilerinin, tesirleri öyledir.

Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir alakası yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

- El-hakku yâ'lû: Hak Yücedir. (Video: Dr. B. SABAZ)

- Hak Üstün İse; Neden Öyle Görünmüyor? (Video: Prof. Dr. A. BAŞAR)

- Müslümanın Kafire Mağlup Olmasındaki İnce Sır (Video: Z. AKYÜZLÜ)

- Hak Üstündür, Fakat Tatbikatta Öyle Görünmüyor! (Video: M. KARAMAN).

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...