Kürt Meselesinin Çözümünde Dinin Yeri Nedir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Türkiye’deki muhtelif milletleri bir arada tutan, üç mühim kuvvet ve üç büyük bağ vardır. Bunlardan birisi ve en ehemmiyetlisi; din bağıdır. Türk ve Kürt unsurlarını birbirine bağlayan birinci ve en mühim vasıta; din kardeşliğidir, bu asla göz ardı edilemez. Hiçbir bağ da, bu bağ olmadan tek başına yeterli olamaz. Bu bağın kuvvet kazanması da; ancak din eğitiminin ve İslamî şuurun verilmesi ile mümkündür.

İkinci mühim ve büyük bağ ise; vatan bağıdır. Yani bu vatan, üstünde yaşayan bütün unsurların ortak bir sahası ve müşterek bir çatısıdır. Bu şuur vatandaşlara verilirse, her etnik unsur kendini bu vatan üstünde asıl ve rükün görür. Ve kendini gayri değil, ayni bir unsur telakki eder. Amerika bunu başardığı için, çok milletleri sıkıntısız olarak bir çatı altında tutabiliyor.

Üçüncü bağ ise; sınıf bağıdır. Bu bağ Hakkâri’deki bir Kürt hekim ile İstanbul'daki bir Türk hekimi arasında, doktorluk sınıfı ile bir alaka ve ilgi kurar. Aynı meslek derneği onları kaynaştırır, muhabbetlerini artırır. Bu da çok faydalı ve güzel bir bağdır.

Bunun dışında, bölge ve etnik unsurlar asla ön plana çıkarılmamalıdır. Zira bölge ve etnik milliyetçilikler daima ayrıştırıcı olmuştur.

Demokrasi, vatandaşlık ve hürriyet elbette çok lüzumludur. Üstad Hazretleri bu mefhumlara, işaret etmiş, hürriyetin ehemmiyetini nazara vermiştir.

Anayasamızın günümüz şartlarına dar geldiği, bilenen bir hakikattir. Bunun için ekser maddelerinin değiştirilmesi, günümüzün ihtiyaçlarına göre bir anayasanın yapılması elzemdir. Ama Türkiye'de halen devletin mühim bir kısmına menfi milliyetçiliği esas alan ve dini dışlayan bir komite hükmediyor; bunlar devletten ayıklanmadıkça bu değişim gerçekleşmez. Bunların devletten ayıklanması; ancak demokrasi ve hürriyetlerin gelişmesi ve milletin şuurlanması ile mümkündür. Bu hususta bazı cemaatlerin ciddi çalışmaları ve büyük gayretleri var.

  • ŞARK MESELESİ VE HAL ÇARELERİ

Şark’taki fitneyi söndürmek için, en evvel Şark insanın fıtratını iyi bilmek elzemdir. Aksi halde alınacak bütün tedbirler yetersiz ve isabetsiz kalmaya mahkûmdur. Şark insanının ruhunu tahlil, seciyelerini tetkik etmeden köklü tedbirlere ulaşılamaz.

Bu mesele üzerinde inceden inceye düşünmek lazım. Neden o gün durum öyleyken bu gün böyle olmuş. Bediüzzaman Hazretleri bunu bir cümleyle şöyle ifade ediyor:

“Enbiya'nın ekseri Şark’ta ve hükemanın ağlebi Garp’ta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil.”

Evet, Şark’ı ayakta tutan “Hamiyet-i Diniye'”dir. Şark’ın mizacını fevkalâde bilen Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tespitini, bütün idarecilerin dikkate alması lazım:

“Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum Şark’ta, ıımum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: ‘Acaba namaz kılıyor mu?’ derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir. Bir zaman Beytü’ş-Şebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: ‘Sebeb nedir?’

‘Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?’ Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.

Enbiyânın ekseri Şark’ta ve hükemânın ağlebi Garb’da gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şark’ın fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kahr...” (Mesnevi-i Nuriye)

Bu teşhis gösteriyor ki, Şark’a tayin edilecek idarecilerin, dindar ve hamiyetperver insanlardan seçilmesi elzemdir. Çünkü Şark insanı, beyandan ziyade, fiil ve tatbikat arar. Aksi halde hamiyetperverlikten dem vuran, milletimizin kültüründen, örf ve an’anelerinden, mizaç ve hissiyatından habersiz bir kısım bürokratların milletin ruhuna mal olmayacak basit tedbirleriyle, bu ciddi meselelere çözüm getirilemez.

Evvelâ; ittihad ve muhabbeti netice verecek tedbirlerin, milletin vicdanında mâkes bulması şarttır. Vicdan-ı umumî; milletin basiret gözü, hakikatin sönmez şimşeğidir. Bakışı net, feraseti keskin, şuuru küllî, teşhisi isabetlidir. O yanılmaz. Bir pusula gibi daima istikameti gösterir. Hâdiseleri tartmada, emsalsiz bir mihenk taşıdır. O, dinini hafife alanları, mukaddesatına saldıranları, millet ve vatanına ihanet edenleri, engin denizler gibi boğar, tarih sahnesinden siler.

Devlet, vicdan-ı umumînin bir cihette yed-i kudretidir, bir cihette de şuurudur, aklıdır. Devlet, vicdan-ı umumînin hem düşünce ve inancını, hem de kuvvet ve dirayetini temsil eder. İşte devletin ana felsefesi bu olmalıdır. Devlet, vicdan-ı umumîden aldığı kudret ve kuvvet ile onun şuur ve temayülünü tahakkuk ettirirse, işte o zaman içtimaî bünye sıhhatli ve muhkem olur, ferdî ve içtimaî huzur ve sükûn tevellüd eder.

Tahripkâr cereyanlar karşısında halk ile devletin bütünleşmesi lâzımdır. Halkın devlete gösterdiği teveccüh ve itimat kadar, devletin de halkın hissiyatını mihver yapması şarttır. Çünkü Şark’ın mukadderatı, Şark insanının şuur, idrak ve imanıyla alâkadardır. Bu sayede kudret, uhuvvet, muhabbet, feraset, şecaat, basiret gibi sıfatları inkişaf edecek; birlik ve muhabbeti pekiştirecektir. Şarkı ihya etmek için evvelâ dinî hissiyatı ihya etmek şarttır. Bir cemiyette dinî hisler ihmal edilir, ahlâk-ı umumiye tefessüh ederse, içtimaî hayatı birbirine bağlayan bütün rabıtalar çözülür.

Bu uçurumu kapatmak için şimdiden ciddî tedbirler alınmazsa sadece maddî ve şeklî tedbirlerle huzura temin edilemez. Bu ciddi meselelere gündelik tedbirler ve çarpık fikirlerle hâdiseleri değerlendiren ve çoğu zaman kamuoyunu yanıltan bir kısım edip ve yazarların, mecmua ve gazetelerin isabetsiz görüşleriyle de çözüm getirilemez.

Sadece yol yapmakla, fabrika kurmakla, elektrik götürmekle, Şark’taki fitne söndürülemez. Şark’taki bu fitneyi söndürebilmek için şu âyet-i kerîmenin ifade ettiği hakikat dikkate alınmalıdır: “Müminlerin kalplerini birbirine O ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa sen hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini ısındıramazdın. Lâkin Allah, kalplerini kaynaştırdı. Muhakkak ki O, bir Azizdir, Hakim’dir” (Enfâl Suresi, 63)

Demek ki; sadece kalıpların, maddî cesetlerin bir araya gelmesiyle imtizaç, muhabbet, ülfet temin edilemez. Hatta yeryüzünün “bütün servetleri” seferber edilse bile, aradaki husumeti, kin ve nifakı kaldıramaz. Kalpleri birleştirecek yegâne çare; manevi rabıtalar ile içtimaî bünyeyi dokumaktır.

Bu asrın manevî bir hekimi olan Bediüzzaman, bu fitnenin reçetesini nerede ise bir asır evvel şöyle ortaya koymuştur:

“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyûnluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da, Kur’ân’ın hakikatlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musîbet-i beşeriye, siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’âniye’dir” (Emirdağ Lahikası, II. Cilt)

Şark’taki bünyenin sıhhati için dini rabıtaların ihyası elzemdir. İnanç birliği, fikir birliği, his birliği, değer birliği, kültür birliği ve bütün bunları sağlayacak tedris birliği, cemiyet bünyesinde devamlı canlı tutulmazsa, milletin sinesinde bugün olmazsa, yarın kapanması mümkün olmayan çok ciddi tehlikeler ve gedikler açılabilir.

Şark’ı Garbla, devleti milletle bağlayacak, birliğimizi ve ittifakımızı, uhuvvet ve muhabbetimiz te’sis edecek binlerce bir-birler vardır:

“Rabbimiz bir, Halıkımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, kitabımız bir, devletimiz, vatanımız bir, ilâ-âhir..”

Bu meselede sağlam ve sarsılmaz bir neticeye doğru gitmek için, milletin vicdanında derin ve köklü izler bırakacak manevî intibah vasıtalarını da dikkate almak gerekir. Bu intibahı tehyiç etmek için; nurlu, müdebbir, hakîm, şuurlu, münevver maneviyat adamlarını, hem bu manaya hizmet eden, hasbî çalışan cemaatleri devreye sokmak şarttır.

Şark’a gerçek hizmet; GAP ile toprakların bereketlendirilip, hanelerin aydınlatılması yanında, kalplerinin nurlandırılması ve fikirlerinin aydınlatılması ile götürülebilir. Malûmdur ki, inanmak; yaradılışın bir gereğidir, fıtrî ve ebedî bir ihtiyaçtır; cemiyetin bünyesinden tecrit edilemez. Dinin yerini hiçbir ideolojik düşünce, ictimaî disiplin, kanun hâkimiyeti ve felsefe dolduramaz.

İçtimaî hayatın manevî rabıtalarını güçlü kılan ve ayakta tutan en büyük saik, dindir. Dinî hissiyatın sürekli canlı tutulması şarttır. Cemiyet-i beşeriye dinden kopartılırsa lakayt ve anarşist olur. Artık kanun kuvvetiyle asayiş temin edilemez. Bu noktada cemiyet ya “rüşvet-i mutlaka” veya “istibdat-ı mutlaka” ile ancak ayakta tutulabilir. Bu mevzuya dikkatleri çeken Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Ey... bedbaht hamiyetfürûş! Dikkat et; bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları râbıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakâne, körü körüne topuzların altında bazıların dinden râbıtaları kopsa, o vakit hayat-ı ictimâiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü, mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı ictimâiyeye zehir olur” (Mesnevi-i Nuriye)

Asrımızda maddî ihtiras ve çekişmeler içerisine düşen, boğucu ve bunaltıcı bir atmosferde yaşayan, ruhî bunalım ve çöküntülere giren gençleri kurtaracak en kuvvetli istinadgâh, en güçlü hâmi ve en büyük huzur kaynağı dindir, Allah korkusudur. Gençliğin bunalımlarını izale edecek, manevî boşluğunu dolduracak, kavmiyetçilik fikrini ve bölücülüğü kökünden kesip atacak tek ve yegâne reçete; İslâmiyet’tir.

Milletimize yüksek idealler vermek, gençliğin hamiyetini inkişaf ettirmek ancak, dinî telkinlerle olabilir. Çünkü dindeki tesir hiçbir ideolojide mevcut değildir. İnsan ruhunu saran ve sarsan kâbusları dağıtacak, kalpleri teskin ve teselli edecek en emin nokta-i istinad ve istimdad, dindir.

Din, cemiyette ittihadı, huzur ve nizamı tesis eder. Terör ve anarşinin kapılarını kapatır. Cemiyet hayatının manevî ve aslî rabıtaları olan; şefkat, fedakârlık, muhabbet, uhuvvet gibi ulvî hisleri canlı tutar. Vatanperverlik, hamiyet, feragat ve fedakârlık gibi ulvî seciyeler ancak dinle verilebilir. Dinî seciyelerle teçhiz edilmiş insan, varlığını milletin hizmetine vakfeder, himmetini bütün bir milleti bilir.

Malûmdur ki, bir bedende, bütün azaların bir tek ruha bağlanmasıyla birlik hâsıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki azaların vazifeleri ve hususiyetleri ayrı ayrı oldukları halde, tamamı bir tek ruha bağlıdır. Ondan medet alır. Onun namına hareket eder. Vazifeleri, birbirinden ayrı olan bütün bu azaların muvaffakiyetleri, bir tek ruhu kabul etmelerine ve ona bağlanmalarına vâbestedir. O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabını kesen bir aza mefluçtur. Demek ki, vücudun birliği, ruhun birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayatî fiilini hiçbir aza yüklenemez ve kendisini onun yerine koyamaz. Meselâ “göz” olmazsa, vücut mevcudiyetini noksaniyetle de olsa devam ettirebilir. Ama ruh olmazsa, artık vücudun varlığından söz edilemez. Her bir aza, ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mesut olur. Her azanın, kendi uhdesine düşen vazifeyi yapmasıyla hâsıl olan semereden, şereften, kemalden, bütün azalar hisselerini ayrı ayrı alırlar. Meselâ bütün azalar, müdebbirâne bir aklın tefekkür ve temkininden fayda gördükleri gibi, her bir azanın, kendi vazifesini lâyıkıyla yapmasından da akıl müstefid olur.

Bir millet de, bütün efradı, sınıfları, tabakaları ve müesseseleri ile bir vücut gibidir. Onların hayat, ittihat, devam ve bekaları da hepsini ihata edebilecek, bir “şahs-ı maneviye”ye bağlanmalarıyla mümkün olur. Bütün içtimaî sınıflar o şahs-ı manevinin birer azaları hükmündedirler. Biri dimağı ise, diğeri kalbi, biri gözü ise, diğeri ayağıdır... İşte bütün bu azaların huzur ve sükûnunu, ittihat ve tesanüdünü temin etmekle, hayat-ı umumiyenin ahenk ve intizamını din tesis eder. Dinin yaptığını “ilim” yüklenemez. Çünkü cemiyetin bütün fertlerinin âlim olması düşünülemez. Bu vazifeyi, “Meslek Birliği” de yüklenemez. Çünkü cemiyetin bütün fertlerinin işçi, çiftçi, mühendis yahut doktor olmaları da tasavvur edilemez. Kısacası, bir milleti meydana getiren hiçbir organ, kendi unvanını, vasfını şahs-ı manevîsini millete ruh yapamaz. Ama bütün bu organlar, o mukaddes ruhu kabul edebilir ve ona bağlanabilirler. Herkes; “Allah’ımız bir, Rabbimiz bir, Halıkımız bir, Mabudumuz bir, Dinimiz bir, Vatanımız bir, Milletimiz bir...” diyebilir. İçtimaî merkez olan havastan, ictimâî muhit olan avama kadar herkes, aynı mâbed içinde toplanabilir, bir tek dinin çatısı altına girebilir.

Demek ki, bir milletin ruhu, ancak din ile olabilir. Bu ruhun müessiriyetinin kalmadığı mıntıkalarda felç baş gösterir. Evet, bugün, birçok içtimaî uzvumuz, hayatiyetini kaybetmiş, çalışamaz hale gelmişse, bunun temelde dinî hissiyatın o uzuvlarda ihmal edilmiş olduğu görülecektir.

Dinimiz, insanı maddî-manevî cephesi, nihayetsiz ihtiyaçları acz, zaaf ve fakrı, ebediyet arzusu, dünya ve âhiret hayatı gibi fevkalâde geniş bir saha içerisinde değerlendirir. Beşerin üç müthiş ve müşkül suali olan, “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine muknî ve makbul cevap verir. İnsanların hem nefislerini, hem kalplerini, hem ruhlarını, hem akıllarını tatmin ederek, onları fazilete, saadete ve kemâlâta ulaştırır. Kalbi vesveselerden, aklı lâkaydlıktan, ruhu tereddütlerden kurtararak insana disiplin ve ölçü getirir. Onu ferdî ve içtimaî plânda bütünleştirir, müstakim kılar.

Evet, dinimiz, fert ve cemiyet hayatımız için son derece lüzumlu, vazgeçilmez râsih hakikatların membaıdır, mahzenidir, mecmaıdır. İnsanlığı tekâmül ve tealiye sevk edecek esasları hâvidir. Mânâ ikliminden ızak, kılavuzsuz, pusulasız giden bu asrın insanına hayat bahşedecek en büyük iksir, İslâm Dini’dir. İşte, insanlarda hamiyet ve muhabbeti ateşleyen, fertleri birbiriyle kaynaştıran, hayatın mayası, içtimaî hayatın kayyum ve mukavimi, hayatın hayatı, nuru ve esası olan bu muazzam kuvvete karşı devlet adamlarımızın lakayt kalmaları düşünülemez. Bugün, sosyolog ve antropologların bu meseleye eğilmeleri zarurî bir vecibedir.

Malûm olduğu üzere, 2000 yıldır dünyanın her tarafında zillet ve meskenet içerisinde yaşayan Yahudileri, bugün devlet haline getiren gücün temelinde din hissi yatmaktadır. Tahrif edilmiş Tevrat, müntesiplerini böyle bir neticeye götürürken, en son ve en mükemmel kitap olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın hakikatleri, cemiyetin tedavisinde kullanılsa, elbette içtimaî bünyemiz fevkalâde perçinlenecek, sağlam ve metin olacaktır. Milletimiz için, her devirde müessir olan ve hiçbir devirde kıymetini kaybetmeyen bir reçete vardır: “İhyâ-i din, ihyâyi millettir.” Yani, bu milletin dirilişi, dinin dirilişiyle mümkündür.

Malûmdur ki, ilim insanların sadece mütehassıslarına hitap ettiği halde; din, avam ve havas, bütün bir cemiyete feyzini neşreder. Bir memlekette, bütün fertlerin ilim adamları olmaları imkânsızdır. Lâkin hepsinin mütedeyyin olması mümkündür. Avamı mütedeyyin, havassı dine lakayt olan memleketlerde; avamda, havassa karşı hürmet ve itaat; havasta ise, avama karşı şefkat ve merhamet kalmaz. Bu sebeple, milletimizin din ile bağlandıkları râbıtaların kopmamasına azamî hassasiyet göstermek ve dinin içtimaî hayattaki bu hâkimâne fonksiyonundan azamî derecede istifade etmek gerekir.

Mevcudiyeti tehlikeye maruz kalan bir milletin, en son halâskârı, en mühim nokta-i istinadı ve en büyük siperi onun maneviyatıdır. Tarihimizin şehâdetiyle sabittir ki, bütün savaşlarda olduğu gibi, bilhassa İstiklâl Savaş’ımızda da milletimizin en büyük güç kaynağı “Din” olmuştur. Vicdanı mutmain, kalbi hubb-u vatan ve mukaddesat ile meşbu, tam mütevekkil ve inancının kudsiyetinden dolayı şecaate sahip bir askerden daha güçlü ve muktedir bir asker tahayyül ve tasavvur edilemez. Evet, tarih boyunca Kahraman Ordumuzun muzafferiyet ve muvaffakiyetinin temelinde, “Ölürsem şehid, kalırsam gaziyim!” itikadı yatar. Bu, İslâm’ın bahşettiği, Allah’a iman ve itimadın, tevekkül ve teslimin en güzel bir ifadesidir.

Hulasa; dinden ve onu şuuren yaşayanlardan asla zarar gelmez. Din, bu memlekette, asayiş ve emniyetin, huzur ve barışın hasbî bekçisi olmuştur. Din irşattır, nasihattir, marifettir, muhabbettir, şefkat, uhuvvet ve samimiyettir. Kin ve intikam, tahakküm ve terör, iğbirar ve inşikak değildir. Bu fıtrî, zarurî ve ebedî ihtiyaç, cemiyet bünyesinde yeterli ölçüde doyurulmazsa, bu boşluğu fırsat bilen bir kısım nâehiller, yakın tarihimizde olduğu gibi istikbalde de bu nezih ve ulvî hissi istismar etmek isteyebilirler. Böyle bir istismarı önlemenin tek yolu ve yegâne çaresi, milletin dine olan ihtiyaç ve iştiyakına tam cevap vermektir.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 4.018
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...