"Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?"
a. Cevapta geçen âyet hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz?
b. Bu meselenin sırr-ı kader ile münasebeti nedir?
c. Musibet ile ilâhî ceza arasında ne fark vardır?
d. Bu imtihan dünyasında hakikatlerin perdeli olması gerektiği ifade ediliyor. Bu konuyu biraz açar mısınız? Müşrikler “Resulullah’ı (asm) evlatları gibi tanıyorlardı”, deniliyor. Böyle olmakla beraber isyan edip iman etmediler?
Değerli Kardeşimiz;
"Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?"
"Yine manevî canibden elcevab: Bu mesele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:"
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً Yani: 'Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.'"
"Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebu Bbekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."(1)
a. وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." (Enfâl, 8/25)
Âyet-i Kerîmede geçen “fitne” kelimesi, bela ve musibet mânâsına gelir. Bu fitnelerin çok şûbeleri olmakla birlikte, ekseriyetle şu beş kaynaktan beslenir:
İmanın yerine küfrün, adaletin yerine zulmün, edebin yerine iffetsizliğin, muhabbetin yerine düşmanlığın, birlik ve beraberliğin yerine ihtilafın geçmesi.
Bunların zararı bütün insanlara dokunur.
Hadis-i şerifte bir geminin dibini delen kişiden söz edilir. Onun zararı sadece kendine ve ona yardım edenlere değil, bu hali görüp de müdahale etmeyene, hatta durumdan hiç haberi olmayana da dokunur.
Tefsirlerde, “Fitne-i amme, yalnız gerçek suçluların değil, onlara müdahale etmeyen, aldırmayan gafillerin de cezasıdır.” buyurulur.
- O halde âyet-i kerîmede nazara verilen korkma ve sakınma meselesini nasıl anlayacağız?
Bu gibi manevi tahribatlara karşı Müslüman’a düşen vazife, evvela bu tehlikelerden kendini korumak, yani iman, salahat, takva, ahlâk, adalet, muhabbet ve ittifak çizgisinde bir hayat geçirmek için nefsiyle manevî mücahede etmektir. Bu cihatta başarılı olanlar, başkalarını da bu müsbet çizgiye çekmek ve lisan-ı münasiple ikaz etmekle görevlidirler. Bilindiği gibi, “münkerden nehiy”, yani kötülüklerden sakındırmak farz-ı kifayedir. Bunu yerine getiren kimselerin başarılı olmaları halinde diğer insanlar da o fitneden kurtulurlar.
b. Kader Risalesinin Üçüncü Mebhas'ında her şeyin kader ile takdir edildiği ve “kadere iman edenin kederden emin” olacağı izah edilerek, “Kaderin her şeyi güzeldir.” hükmünün bir bakıma izahı yapılır.
İnsanın bütün organlarının yerleri, şekilleri, vazifeleri, büyüklükleri ve sair hususiyetleri hep kader ile takdir edilmişlerdir ve hepsi de güzeldir. Keza, bizi kuşatan âlemin de, havadan sudan, güneşe aya kadar bütün unsurları en faydalı ve hikmetli şekilde takdir edilmişlerdir. Aynen bunun gibi, insanların başına gelen hâdiseler, tabi tutuldukları farklı imtihan şekilleri, uğradıkları musibetler de yine kader ile takdir edilmiştir. Bunların sırlarını anlamaktan âciz olduğumuzu ders vermek üzere Kur’ân-ı Kerîm'de Hazret-i Musa (as.) ile Hz. Hızır’ın seyahatlerine yer verilir. Bir büyük peygamberin dahi vakıf olamadığı bu ince sırları anlamamızın mümkün olamayacağı ders verilir.
Yine başka risalelerde, güzellik iki bölümde incelenir: “Hüsn-ü bizzat, hüsn-ü bilgayr.” Bir şey ya zâtında güzeldir, sıhhat gibi yahut neticeleri itibariyle güzeldir, hastalık gibi. Bizzat güzel olanları herkes rahatlıkla bilir, ama neticesi itibariyle güzel olanları bilmenin çok zor olduğu, sözünü ettiğimiz kıssa ile çok güzel ders verilir.
c. Her musibet bir kahır tecellisi değildir. Neticesi güzel olan birçok musibetler vardır; Allah’ın has kullarının derecesini artırmak, günahkâr kullarının da hatalarına keffaret olmak üzere takdir edilen musibetler gibi.
d. “İmtihan ve teklif muktezası hakikatlar perdeli kalıyorlar..."
Bilindiği gibi iman gayb için söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın, ne Zât’ı, ne melekleri, ne de âhiret yurdu burada görülmez. Peygamberlerin zâtları görünseler bile risalet vazifesi yine gayba girer. Kitapların da yazıldıkları kâğıtlar görünürler ama onların Allah’ın kelamı olmaları gaybdır.
Müşriklerin Allah Resulünü (asm.) yakînen tanımaları, kendisine “Muhammed-ül Emin” demeleri iman etmelerine yetmemiştir. Nitekim mu’cizeler çok açık olmakla birlikte onlar bile iman için zorlayıcı olmamış, çoğu kimse birçok mu’cizeye şahit olduğu halde onlara sihir diyerek yine inanmamışlardır.
Hissiyat akla galip geldiğinde, insan bilerek yanlış yola girebilir. Basit bir meseleyi haysiyet meselesi yapan kişi, muhatabını öldürdüğünde yıllarca hapishanede çile çekeceğini çok iyi bildiği halde, bu bilgi onun kâtil olmasın mâni olamıyor.
Diğer yandan, işlenen günahlar kalbi karartarak öyle bir noktaya varır ki, Üstad'ın ifadesiyle o kalbin; “hayır ve salahı kabule liyakatı kalmaz.” Böyle birisine ne kadar keramet, hatta mu’cize gösterilse de onun kalbindeki o karanlık, hakikatin görünmesine engel olur.
1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü