"Mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."(1)
İmkân; mevcudatın varlığının ve yokluğunun müsavi yani eşit olma haline denir. Mevcudat, varlık ve yokluk ortasında mütereddid iken, Vacibü'l-Vücud, yani varlığı kendinden, ezelî ve ebedî olan Allah iradesi ile bu tereddüdü bozup mevcudata varlık rengini vermiştir. Yani Allah, imkân dâhilinde olan mevcudatın yokluğunu değil, varlık sahasına çıkmasını tercih etmiştir. Bütün mevcudat varlık sahasına çıkma noktasında Vacibü'l-Vücud olan Allah’a muhtaçtır. Şayet Allah bu mevcudatın varlık sahasına çıkmasını irade etmese idi, mevcudat asla varlık sahasına çıkamazdı. Bu yüzden imkân, yani varlığı ve yokluğu eşit olan her şey vücub mertebesinde olan Allah’a bakar ve O’na muhtaçtır.
Mesela bir atom, sayısız cisimlere veya vücutlara girme kabiliyetinde iken, en uygun bir bedene veya âzaya girmesi, her safhada başka imkânlar ile karşılaşması ve oralarda da bir tercih edici ve tahsis edicinin varlığına muhtaç olması derecesinde tevhide işaret eder. Atomun her adımı tevhide bir levha hükmündedir.
Şuursuz atomun o binlerce imkân içinde en mükemmelini ve kendine en uygun olanı bilmesi ve tercih etmesi imkânsız olduğu için, o adımların ve hareketlerin her safhasında Allah’ın tercih ve tahsisini görmek kat’iyetle zaruridir. Üstad Hazretleri, böyle bir tarz ve yol ile her şeyin üstünde imkân ciheti ile tevhide delil getiriyor.
“Mütekellimîn demişler ki: ‘İmkân, mütesâviyü’t-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır.’” (Sözler, 33. Söz)
Allah, vacibü’l-vücuddur. Vâcibü’l-vücûd, kısaca, “varlığı zâtından, ezelî ve ebedî, olmaması muhal” demektir.
Bütün mahlûkların varlıkları ise “mümkinü’l-vücûd” grubuna gider. Bunun da kısaca tarifi şu şekildedir: Varlığı zâtından olmayıp Allah’ın yaratmasıyla var olan, ezelî ve ebedî olmayan, olup olmaması müsavi bulunan.
Olmasıyla olmaması birbirine eşit olan, yani yaratılması da yoklukta bırakılması da mümkün olan bir şey varlık sahasına çıkmışsa, onun var olmasını tercih eden bir mûcid lazımdır. O icad fiilinin sahibi ancak Vâcibü’l-Vücûd’dur. Zira mümkün varlıklar mahiyetce aynı cinstendirler, birbirlerinin mûcidi olamazlar.
Buna şöyle basit bir misal verebiliriz: Bir kitaptaki bütün kelimeler, cümleler aynı mahiyettedirler. Hepsi yazı olmakta birleşirler. Bunların hiçbiri kâtip olamaz. Bu cümlelerden birisini kendinden bir önceki cümlenin yazdığı da iddia edilemez.
İşte “mümkin” olmada birleşen her şey de varlık sahasına çıkmak için bir vacibe muhtaçtırlar. O Vâcibü’l-Vücûd ise ancak Allah’tır.
Üstad Hazretleri daha sonra mevzuyu çok daha geniş bir sahada ele alıyor ve buyuruyor ki:
“Her bir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında hadsiz imkânat, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücutça muntazam bir yolu takip ediyor. Her bir sıfatı da, mahsus bir tarzda ona veriyor.”
Var edilen bir şeyin hem vücudu yani zâtı, hem de sıfatları, sonsuz imkânat yolları içerisinden en faydalı bir yolla meydana gelmişlerdir. Bu tercih için de yine “bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır.”
İnsan mevcut halinin dışında sonsuz farklı şekilde yaratılabilirdi. Bunlar içerisinden “vücutça muntazam bir yolu takip” ederek şu mevcut şekli alması sonsuzda bir ihtimal iledir. Sonsuzda bir ihtimal sıfırdır, yani böyle bir şeyin tesadüfen meydana gelmesi mümkün değildir. O halde bir tahsis, bir tercih söz konusudur.
Sadece bir organımızı misal alalım: İnsan kulağı için şekli, yeri, büyüklüğü ve taşıdığı hususiyetler itibariye sonsuz yol vardır. Kulak, bu farklı yollar içerisinden ancak bu şekliyle, bu hususiyetleriyle ve bedendeki mevcut yeriyle fayda temin edebilir. Bu halinin dışında da yine sonsuz farklı yollar vardır. Bunlar içerisinden; “muntazam bir yolu takip” ederek mevcut şeklini alması ve şu anda mevcut hususiyetlerini takınması için de yine “bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır.”
Mümkinat âleminden böyle sonsuz misâller verilebilir ve bunların her biri bir Vâcibü’l-Vücûd’un varlığını ispat ederler.
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü