"Menâfi-i eşyayı tâdât eden bütün âyat-ı Kur’âniye bu delili nesc ve şu burhanı tanzim..." İnayet ve gaye delilini özetler misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
“Tarîk-i Kur’ânî iki nevidir.” İnsanı kemalat arşına yükselten Kur’ân yolu iki nevidir; yâni iki ana esas üzerinde gider. Bir nevin çok fertleri bulunması gibi bu yolların her birinin de birçok alt şubeleri vardır.
Bu ana yollardan birisi “Delil-i inayet ve gayet”, diğeri ise “Delil-i ihtirâ”dır.
İnayet ve Gayet Delili izah edilirken; “menâfi-i eşyayı tâdât eden bütün âyat-ı Kur’âniye bu delili nesc ve şu burhanı tanzim ediyorlar” buyruluyor.
Yâni, Kur’ân-ı Kerîm'de eşyanın faydalarını sayan bütün ayetler bu delile dikkatimizi çekmektedir. Bize fayda sağlayan eşyanın meydana gelmesinde görev alan sebeplerin hiçbiri yaptığı işin gayesini bilmediği gibi, bizlere acımaları ve inayet etmeleri de mümkün değildir.
Bizi kuşatan varlıkların hiçbiri bizi tanımıyor ve bizim ihtiyacımızı bilmiyorlar, ama bize yardım ediyorlar. Kur’ân-ı Kerîm bu gaye ve inayet delilini göstermekle insanın akıl ve kalbini sebeplerden çekip doğrudan kendi rahmet ve inayetine bağlıyor. Gaye ile ilgili bütün ayetler sebeplerin tesir sahibi olmadıklarını ortaya koymakla, mahlûkatın bize yardım etmelerinin ancak Allah’ın inayetiyle olduğunu ders veriyorlar.
Güneş, ışığını bize gönderirken niçin gönderdiğini bilmez, yâni ışık vermesinin gayesinden habersizdir. Gözümüzü de tanıyıp ona yardım için ışığını göndermiş de değildir. Keza, ağaç meyve verirken niçin verdiğini bilmez ve bunu bize acıdığı, yardım etmek istediği için yapıyor değildir.
Sebepler dünyasında, kendisine verilen görevi yaparken ne yaptığını ve niçin yaptığını bilmeyen, bizi tanımayan ve bize yardım ve inayet etme kabiliyetinden çok uzak olan eşyanın inayetkârane işler görmeleri, insanın akıl ve kalbini bu sebeplerden çekip doğrudan Allah’ın rahmet ve inayetine bağlamaktadır.
“Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde ittikan-ı san’at ve riâyet-i mesâlih ve hikemdir. Bu ise, Sâniin kast ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.”(1)
Allah’ın yarattığı her şey son derece mükemmeldir, noksansızdır. Öte yandan, bu mükemmel sanat eserlerinin yaratılışında muhtaçların onlardan en iyi şekilde faydalanmalarına riayet edilmiştir. Meselâ, hava unsurunu ele alalım. Bu unsurun yaratılmasında ittikan-ı sanat açıkça görülür. Bundan daha mükemmeli olamaz. Suda, güneşte, toprakta, atomlardan yaratılan moleküllerde, onlardan yaratılan hücrelerde ve organlarda bu iki esas çok açık görülüyor. Meselâ, gözümüz hem en mükemmel bir ilâhî sanattır, hem de onun her şeyi hikmet ve maslahat üzere tanzim edilmiştir. Bu misali bütün eşyaya teşmil edebiliriz. İşte eşyadaki bu hikmet ve maslahatlar, şuursuz, cansız, iradesiz, kör ve sağır sebeplere verilemeyeceğinden; “Sâniin kast ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.”
“Zira ittikan ihtiyarsız olmaz.”
Bir şeyin son derece sanatlı ve faydalı yaratılması, onu yapan zatın o şeyden doğacak neticeleri bildiğini ve o şeyi bu faydaları sağlayacak şekilde yapmayı irade ettiğini açıkça gösterir.
Kâinatta mevcut her şey, hem çok sanatlıdır hem de onun yapılışında nice maslahatlar vardır. Sanat mükemmel olmasa, o şeyden gereğince faydalanılamaz, maslahat ve hikmet yerini bulmaz. Meselâ, dünyanın güneş etrafındaki hareketi, mükemmel bir nizam ile cereyan ediyor ve hikmeti netice veriyor. Böyle dönmesi gerekiyor ki, biz ondan istifade edelim. Yoksa çok daha süratli dönen ve şimdiki halinden çok daha büyük bir dünya yaratılsaydı, sanattaki ittikan yine mükemmel olurdu, ama biz böyle bir dünyada yaşayamayacağımız için hikmet tahakkuk etmezdi. Dünyamızın şu hazır halinde, hem mükemmel bir sanat vardır, hem de o mükemmellikten biz fayda görmekteyiz. Yani, hem “ittikan-ı san’at” var, hem de “riayet-i mesalih ve hikem” var.
İşte Kur’ân-ı Kerîm'deki birçok ayetler bu dersleri vermekle, kalpleri tatmin, akılları ikna ediyor ve insanı kemalat arşına sevk ediyor.
“Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesâlih ve semerâtı ve inkılâbât-ı ahvâlin katmer ve düğümleri içinde saklanmaz hikem ve fevaidi göstermekle, Sâniin kast ve hikmetine kat’î şehadet ediyorlar.”(2)
Bütün fenler bu hikmeti ders veriyor. Gerek mahlûkatın, gerek hâdiselerin hikmetlerini keşfetmiş bulunan bütün fenni ilimler, Allah’ın kâinatta sergilediği hikmetleri ve maslahatları ders verirler. Bütün bu ilimler şu âlemde mevcut nizamın şahitleridirler. Her bir fen kendi sahasında varlıkların görevlerini, faydalarını, onların değişimlerinde nice hikmet ve faydalar bulunduğunu ortaya koyar ve bunların tümünün ancak Allah’ın iradesiyle meydana geldiklerine şahitlik ederler. Zira cansız ve şuursuz eşya kendi nizamını da, âlemin düzenini de sağlamaktan çok uzaktırlar.
Eşyadaki bu fayda ve hikmetleri tesadüfe ya da kör ve sağır olan tabiata havale etmek akılsızlığın en büyüğü ve cehaletin en koyusudur. Çünkü her bir hikmet ve fayda ilim, irade ve kudret ile olabilir. Kendiliğinden hikmetin olması mümkün değildir. Fiil nasıl failini ilan ve ispat ediyor ise, hikmet ve faydalar da Hakim ve Âlim bir Sanatkâr'a işaret edip ispat ediyor.
İnsana gözü takan, görmeyi ve görme için gerekli olan şeyleri bilen birisidir; kendisi görmeyen birisinin bir başkasına göz takması kabil değildir. Demek kendisi görüyor ve görmeyi biliyor ki insana gözü takıyor.
“Ezcümle: Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecâviz envâın büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebdelerinin her birinin hudusuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve îtibarî olan kavânin, kör ve şuursuz olan esbâb-ı tabiiye ise bu kadar hayret-fezâ silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrâd denilen dehşet-engiz birer makine-i acîbe-i İlâhiyenin îcad ve inşâsına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir fert, herbir nev’î müstakillen Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıktıklarını ilân ve izhar ediyorlar."(3)
Üstadımızın zamanında hayvanların türleri iki yüz bin olarak tespit edilmiş. Şimdi ise bir milyon altı yüz bin hayvan türü olduğu söyleniyor. Bu rakam değişebilir. Önemli olan türlerin sayısı değil, nasıl meydana geldikleridir. Bu türlerin her hangi birisinin fertleri incelendiğinde “dehşet-engiz birer makine-i acîbe-i İlâhiye” olduğu görülecektir. Bir canlı, gözüyle kulağıyla, sinir sistemiyle, kan dolaşımıyla ve daha nice yönleriyle yapılması ancak sonsuz bir ilim kudret sahibine mahsus bir kudret mucizesidir. Konuya bu açıdan bakıldığında bu fertlerin ait olduğu türlerin de başıboş olamayacağı, ancak İlâhî irade ve kudretle var olabilecekleri açıkça görülür. Her bir fert müstakil olarak yaratıldığı gibi, her bir tür de yine müstakil olarak yaratılmıştır.
Bugün yerküresinde hayat geçiren bütün canlı türlerinin her birinin bir ilk ferdi, bir âdem babası vardır.
Bu hayvanlar sonradan olduklarına göre, ilk babaları da sonradan olmuştur, ezelî olmaz. Hepsinin hudûsu, yâni ezelî olmayıp sonradan yaratıldığı kesindir.
Bir ferdin her bir organının İlâhî ilimle takdir edilip yine İlâhî kudretle yaratılması gibi, birbirinden farklı her bir tür de yine kendine has özellikleriyle İlâhî kaderle planlanmış ve yine İlâhî irade ve kudretle yaratılmışlardır. Bunun böyle kabul edilmemesi halinde, türlerdeki bu hikmetli farklılıklar; “mevhum ve îtibarî olan kavânin, kör ve şuursuz olan esbâb-ı tabiye”ye mal edileceklerdir. Buna göre, kör ve şuursuz olan kanunlar, bütün türleri bütün özellikleriyle önceden bilmiş olacaklar ve onları bu dünya hayatında görecekleri vazifeleri en güzel şekilde yapmak üzere planlayacak ve o plana göre meydana getireceklerdir.
Bütün hayvan türleri birbirinden çok farklı oldukları için her birinin yapılması, sevk ve idare edilmesi için ayrı bir kanun gerekecektir. Bu faraziyeye göre, hayvan türleri henüz yaratılmadan bu türler sayısınca kanunlar bulunacak ve bu kanunlar kendi başlarına o türü en uygun şekilde yapıp çatacaklardır. Üstadımız tabiat için; “kanundur, kudret değildir” buyuruyor. Bu kanunlar kendiliklerinden konulmadıkları gibi, iş görmeleri de kendi irade ve kudretleriyle olmaz. Kanunları kim koymuşsa icraatları da o yapmakta, mahlûkatı o yaratıp idare etmektedir.
Kur’ânda bu inayet delili en mükemmel şekilde yer almıştır. Kâinatı tefekkürü emreden ayetlerde mahlûkatın bizlere ettiği hizmetler ve sağladığı faydalar zikredilmekle, insanın aklı ve vicdanı bu inayetleri düşünmeye ve şükretmeye sevk edilir. Birçok ayetlerin sonlarında bu inayete ayrıca dikkat çekilir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Nokta.
(2) bk. age.
(3) bk. age.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Gerçi soruda “Delil-i inayet ve gayet” sorulduğu için onun izahı yapılmış ama kısaca “Delil-i ihtirâ” hakında da bilgi verirmisiniz?
İhtira, bir şeyi benzersiz ve modelsiz, hiçten ve yoktan var etmek demektir. Kainattaki her bir mevcut ve mahluk benzersiz ve modelsiz olarak hiçten ve yoktan var ediliyorlar. Materyalist felsefenin iddia ettiği gibi, mevcudat tesadüfen birbirinden ezeli olarak türeyip gelmiyor. Yani madde ezeli değildir ve madde üstünde görünen o harika sanat ve nakışlar ise tesadüf ve rastlantının oyuncağı değildirler. Maddenin ezeli olmadığına dair yüzlerce kevni ve akli deliller mevcuttur.
İşte Risale-i Nurların imana ve tevhide dair bütün delilleri ve ispatları Kur’an’ın bu iki delil tarzına dayanıyor.
Kelam ilminde ise böyle her bir eşya üstünde tevhidi göstermek tarzı yoktur. Bunun yerine sebepler zincirini takip ederek en son sebep olarak Allah’ı bulmak şeklinde gidiyorlar. Kelam ilminin bu nakıs delilini bir misal ile akla yaklaştıralım.
Mesela yağmurun yağması hususunda devir ve teselsülü savunanlar, tevhidi şöyle ispat ediyorlar: Faraza yağmur buluttan geliyor diyen bir maddeciye; "Bulut nereden geliyor?" diye soruyor. Maddeci adam, bulut topraktan geliyor diyor. Bu kez de "Toprak nereden geliyor?" diye sorunca, dağların aşınmasından oluşuyor, cevabını alıyor. Peki "Dağları aşındıran kimdir?" sorusu takip edecektir. Böylece sorular uzayarak devam ediyor ve en sonunda bütün maddi sebepler bitince, ilk sebep olan yaratıcıya ulaşmış oluyorlar. Her şeyin yaratıcısı sebeplerdir diyen maddeci efendi, şayet ehli insaf ve de sebeplerin içinde aklı boğulmamış ise, sonucu kabul ediyor.
Bu yolun çok riskleri ve eksikleri vardır. Risklerden birisi, sebeplerin tesiri zımni olarak kabul edilmiş oluyor. Yağmurun sebebi bulut denilirse, sanki yağmurun hakiki sebebi bulut olarak kabul ediliyor ve ikinci şıkka geçilmiş oluyor. Bu ise hakiki tevhidi tam izah edemiyor. Diğer bir risk ise, sebeplerin her şeyde olduğu düşünülecek olursa, sonunu bulmak ve orada tevhidi göstermek hem uzun hem de herkesin takip edebileceği bir yol değildir.
Kur’an’ın ve Kur’an’ı takip eden Risale-i Nurların ispat tarzı ise, öyle sebepleri uzun uzadıya takip ederek en sonunda ilk sebebe intikal etmek şeklinde değildir. Her bir sebep üstünde tevhidi göstermek ve her bir sebep üstünde huzuru kazandırmak şeklindedir.