Muhakemat, Birinci Makale, On Birinci Mukaddime'de geçen "üç kaziye" hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Meselâ, hadiste denilmiş: اَنَا وَالسَّاعَةُ كَهَاتَيْنِ Yani, 'Ben ve kıyamet, bu iki parmak gibiyiz.' Mabeynimizde tavassut edecek peygamber yoktur. Veya hadisin muradı ne ise haktır."
"Şimdi bu hadis üç kaziyeyi mutazammındır:
"Birincisi: 'Bu kelâm peygamberin kelâmıdır.' Bu kaziye ise, tevatürün -eğer olsa-neticesidir."(1)
Burada mevzubahis olan şey; hadisin senedidir. Yani bu sözü gerçekten Peygamber Efendimiz (asm) söylemiş midir, endişesinin giderilmesidir ki, bu endişeyi İmam Buhari ve Müslim gibi hadis uzmanları gidermiştir. Hadis uzmanlarınca kabul edilen bir hadisi inkar etmek, sapkınlık ve yalancılıktan başka bir şey değildir. Maalesef günümüzde birçok kötü niyetli ulema-i su' kapsamında olan alimler buna teşebbüs ediyorlar.
"İkincisi: 'Kelâmın mânâ-yı muradı hak ve sadıktır.' Bu kazıye ise, mucizelerden tevellüd eden burhanın neticesidir."
Peygamber Efendimiz (asm)'den rivayet olunduğu kati olan bir hadis hakkında, "Acaba Peygamber Efendimiz (asm) bu hadiste hak mı batıl mı konuşmuş?" diye lakırdı yapmak küfürdür. Zira, Allah, açık ve net bir şekilde, Peygamber Efendimiz (asm)'in hak konuşacağını şu ayetlerinde ilan etmiştir.
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ
"O kendi arzularına göre de konuşmamaktadır. O, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir." (Necm, 53/3, 4)
Bu ayetler ortada iken, bizim "acaba" diye endişede bulunmamız; iman ve teslimiyet ile bağdaşmaz.
Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, kâzip olur. İkincisini inkâr eden adam dalâlete gider, zulmete düşer.
Nitekim Üstad Hazretleri bu cümlede, bu iki durumun hükümlerini ifade ediyor. Her iki hükümde de ittifak edilmesi gerektiğini söylüyor. Yok ittifak edilmeyip inkar edilirse, birinci hükme göre, yani sahih hadis inkar olunursa kişi yalancı ve kibir ehlinden olur ki sonu azap ve ateştir. İkinci hükme göre; "Peygamber acaba hak mı konuştu?" diye şüphe ve endişeye düşmek ki; bunun hükmü küfür ve dalalettir.
"Üçüncü kaziye: 'Bu kelâmda murat budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum.' Bu kaziye ise, teşehhî ile değil, içtihadın neticesidir. Zaten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir."
Üçüncü cümlede ise; "Hadiste acaba Allah Resulü (asm) neyi murat etmiştir?" diye, Peygamber Efendimiz (asm)'in hadisteki kasıt ve muradını anlamaya çalışmak ve aramaktır ki; bu caiz ve makbuldür. Bunu da en güzel ifa edenler, ilimde rasih ve derin olan alimlerdir. Müçtehitlerin içtihatları ve usulüne uygun yorumları, hep bu önermenin bir mahsulüdür. Tarihteki yüz binlerle ifade edilen tefsir ve şeriat kitapları bunun en somut örnekleridir.
"Bu üçüncü kaziyede ihtilâfat feveran ederler. Kal u kîl buna şahittir. Bunu inkâr eden adam, eğer içtihadla olsa, ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefi değildir. Binaenaleyh, her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır."(2)
Bu üçüncü önermeye göre bir müçtehit, başka bir müçtehidin içtihat ve yorumunu inkar edip kabul etmese, ne kibirli olur ne de küfre düşer. Bilakis başka bir içtihat yaptığı için sevap kazanır. İmam Azam ve İmam Şafi (ra)’ın mezheplerinin ihtilafı bu noktadan ileri geliyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat), On Birinci Mukaddeme.
(2) bk. age.
İlgili ders videosu için tıklayınız:
Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Dersleri (13.Bölüm)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Azizim! Kur'ân'ın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir.
Birincisi: Bu, Allah'ın kelâmıdır.
İkincisi: Allah'ca murad olan mânâ, haktır.
Üçüncüsü: Mânâ-yı murad, budur.
Eğer Kur'ân'ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur'ân'ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür. Şayet Kur'ân'ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi, inkârı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin ihtilâfları, ancak ve ancak şu kısma aittir.
İhtar: Mütevatir hadisler de, bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünkü” haza” ile işaret edilen hadisin hakikaten hadis olup olmadığında tereddüt yeri vardır.İşaretül İcaz
İhtar kısmına göre biz mütevatir hadisleri inkar etmenin küfür olmadığı kanaatindeyiz. Lakin Ehlisünnet kaynakları mütevatir hadisleri inkar etmenin küfür olduğunu ifade ediyor. Belli ki Üstad burada farklı bir içtihat ortaya koyuyor.
Oğuzhan kardeş sorunun cevabı burda :
MUKADDİME: Şu gelecek bereketli mu’cizat misalleri, herbiri müteaddit tarikle, hattâ bazıları on altı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi bir cemaat-i kesire huzurunda vuku bulmuş; o cemaat içinde muteber ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Meselâ, “Sâ’ denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar”1 naklediyor. O yetmiş adam onun sözünü işitiyor, tekzip etmiyor. Demek sükûtla tasdik ediyorlar. Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakikatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzip ederler. Halbuki, bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükûtla tasdik etmişler. Demek, herbir hâdise mânen mütevatir gibi kat’îdir.
Hem Sahabeler, Kur’ân’ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyade Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ef’al ve akvâlinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mu’cizâta dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdisiye şehadet ediyor.
Hem Asr-ı Saadette, mu’cizâtı ve medar-ı ahkâm ehâdisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abâdile-i Seb’a kitabetle kaydettiler. Hususan, Tercümanü’l-Kur’ân olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs, bahusus otuz kırk sene sonra Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdisi ve mu’cizâtı yazıyla kaydettiler.
Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler.
Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.
Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hâdiseler, mu’cizeler, böyle elden ele kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden sağlam olarak bize gelmiş.
اَلْحَمْدُ ِللهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
İşte buna binaen, “Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir?” hatıra gelmemelidir.