Muhyiddin-i Arabî Hazretleri hakkında çok konuşulup, meşrebi tavsiye edilmiyor. Üstad'ımız ise "ehl-i tahkik" tabirini kullanıyor. Bu konuyu açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Evvela şunu ifade edelim ki, Üstad Hazretleri Hakim ismine mazhariyeti dolayısıyla her konuyu hikmet ve adalet ölçüleriyle değerlendirmiştir. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerine şahsî kemalatı noktasında “ulum-u İslamiyenin bir mucizesi” demiş, diğer taraftan onun takip ettiği yolun umuma mal olmaktan uzak olduğunu da ehemmiyetle nazara vermiştir. Üstad'ın Vahdetü’l-Vücub meşrebi hakkındaki şu tesbiti çok mühimdir:
"Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir…" (Mesnevi-i Nuriye, Nokta)
İstiğrak, gark olmak demektir. Suya dalan bir kimse gözünü açtığında sudan başka bir şey göremez. Karaya çıktığında sair eşyayı da müşahede eder. Onun gark hâlinde iken "sudan başka bir şey yoktur" demesi, manevi bir sarhoşluk gibidir. Söz o an için kabul edilebilir, ama o hâlden kurtulduğunda aynı sözü söyleyemez. Zira istiğrak hâli, yerini uyanıklık hâline terk etmiştir.
İşte bazı zatların, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri hakkındaki itirazları onun istiğrak hâline mahsus ifadelerinin hakikatle bağdaşmadığını görmelerinden kaynaklanıyor. Ancak, müminin temel vasıflarından birisi hüsnüzan etmektir. Böyle büyük bir velinin böyle akıl dışı görünen sözlerini ihtiyatla karşılamak, iştirak etmemekle birlikte ölçüsüzce tenkitten de uzak durmak gerekir.
Bu konuda daha önce “Nurla Aydınlanan Vahdetü’l-Vücud” başlığıyla neşredilen bir yazının bazı bölümlerini aktaralım. Tamamına internet sitelerinden bakılabilir.
Nur’la Aydınlanan Vahdetü’l-Vücud
Vahdet-ül-vücud “lâ mevcude illâ hu” cümlesinde ifadesini bulan bir tasavvuf meşrebi. …
…
Vücud, varlık demektir. Allah’ın yarattığı her bir varlık vücut sıfatına kavuşmuştur, ama bu varlık onu yaratanın varlığı cinsinden değildir. İşte bu hakikati zihinlerde iyice yerleştirmek içindir ki, Allah’ın mukaddes varlığı için “Vacib-ül-Vücud”, mahlûkatının varlığı için ise “Mümkin-ül-vücud” tabirleri kullanılır.
İşte vahdet-i vücud meşrebindeki bir velî, Nurun Muazzez Müellifinin ifadesiyle “Vacib-ül vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacib-ül-Vücud’un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür ki vücud ismine lâyık olmadığına hükmeder.”
Bu sevgili kul, Rabbine yakınlaşmada mesafeler kat ede ede, “istiğrak” dediğimiz mânevî bir sarhoşluk hâline girer, kendinden geçer. Artık kendisinin çok gerilerinde kalmış olan mahlûkatı inkâr edercesine “lâ mevcude illâ hu” yâni “O’ndan başka varlık yoktur” der. Bu sözün cezbe hâlinde, mânevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira O’ndan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama bu sözü söyleyen zât o anda bunu da düşünecek halde değildir. Nitekim o halden çıktığında artık bu sözü de söylemez olur.
Vahdet-ül Vücud için, Mesnevî-i Nuriyye’de “tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir” buyrularak bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir. Lem’alar’da ise “lâ mevcude illâ hu” denilmesi, güneşin aksini ve timsalini tutan parlak bir âyineye güneş denilmesine benzetilir. …
...
Mektûbat’ta, “kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemek” gerektiğine dikkat çekilir. Ve Lem’alar’da bu mânâyı te’yid için, “bu mesele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir” denilerek ekser insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere lüzumundan çok fazla ehemmiyet verdiği bu gaflet zamanında, bu enaniyet asrında bu meşrebi insanlara telkin etmenin aksi neticeler vereceğine şöylece dikkat çekilir:
...
“O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsiva sırrıyla, mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyyeden uzaklaştırmaktır.”
…
Nur’larda bu meşrebin salih olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da bilhassa dikkat çekilir. “Hulefa-i Râşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden o meşreb sarîhan görünmüyor” denilerek bu meşrebin hususî kaldığı, umuma mâl olamadığına dikkat çekilir.
Asırlarına istikamet vermekle vazifeli, İmam-ı Gazzalî, İmam-ı Rabbanî, Abdulkadir-i Geylânî gibi mümtaz zâtlar böyle bir yolda gitmemişler. Bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşad etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, bâtıldan nefret ettirmede merkezîleştirmişler. Bunlar ise, istiğrak değil, sahv yâni uyanıklık hâlinde icra edilebilecek büyük hizmetlerdir. …
Nur Külliyatında çok güzel işlenen bir diğer mesaj da, bu meşrebe giren bir velînin sadece İman-ı billâhta, yâni Allah’a imanda terakki ettiğidir. …
"Erkân-ı imaniyye altıdır. İman-ı billâhdan başka, iman-ı bil yevmi’l-âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise mümkinatın vücutlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniyye hayal üstüne bina edilmez." (Mektubat, 29. Mektup, Dokuzuncu Kısım)
…
Yine Nur’larda, “Mevcudat, evham ve hayal değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır (eserleridir)” buyrulur. …
Bu meşrebi uyanık halde iddia etmek, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerini hayal ve vehim derecesine indirme gibi büyük bir cinayettir. Rızık hayal olunca Cenâb-ı Hakk’ın rezzakiyeti de, hâşâ, hakiki olmayacaktır. Mahlûkata hayal dediğiniz zaman Allah’ın hâlıkıyeti, yâni yaratıcılığı da hayal olacaktır. Hayâlî şeyleri yaratmak için sonsuz bir ilim, kudret, irade gerekmeyeceğinden bütün İlâhî sıfatların ulviyetleri gizlenecektir. Sadece Allah’ın Zât’ına nazar edilmekle, sıfatlara, fiillere, isimlere ve onların tecelligâhı olan mahlûkata bakılmayacaktır. Bunun ise velâyette yüksek bir meşreb olmayacağı açıktır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü