"Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir…" ifadesini açıklar mısınız, vahdetü’l-vücut hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Vahdetü'l-vücud, “Lâ mevcude illâ hu” cümlesinde ifadesini bulan bir tasavvuf meşrebidir. Bu iade felsefecilerden materyalistlere kadar geniş kitlelerin dikkatini çeken ve bunların her birince değişik yönlere çekilen bir garip meşreb.

Allah’ın mukaddes varlığı için “vacibü'l-vücud”, mahlûkatının varlığı için ise “mümkinü'l-vücud” tabirleri kullanılır.

Vacib; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle var olmaktan münezzeh bulunan, ezelî ve ebedî var olan Allah’ın varlığı.

Mümkin vücud ise; olup olmaması müsavi olan ve Allah’ın var etmesiyle var olan, bütün mahlûkatın varlığı.

O’nun yarattığı bir varlık da vücut sıfatına kavuşmuştur, ama bu varlık onu yaratanın varlığı cinsinden değildir. İşte bu hakikatı zihinlerde iyice yerleştirmek içindir ki, Allah’ın mukaddes varlığı için “Vacib-ül-Vücud”, mahlûkatının varlığı için ise “Mümkin-ül-vücud” tabirleri kullanılır.

Vahdet-i vücud meşrebindeki bir velî, Üstadımızın ifadesiyle “Vacibü'l-vücud'un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacibü'l-vücud'un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür, vücud ismine lâyık olmadığına hükmeder.” Bu sevgili kul, Rabbine yakınlaşmada mesafeler kat ede ede, “istiğrak” dediğimiz manevî bir sarhoşluk hâline girer, kendinden geçer.

Artık kendisinin çok gerilerinde kalmış olan mahlûkatı inkâr edercesine “Lâ mevcude illâ hu” yani “O’ndan başka varlık yoktur” der. Bu sözün cezbe hâlinde yani manevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira O’ndan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama bu sözü söyleyen zat o anda bunu da düşünecek halde değildir. Nitekim o halden çıkıp kendine geldi mi artık böyle söylemez, söylerse mesul olur.

Bütün zevkler gibi, bu ulvî zevk de nazara sığmaz, yâni akıl ile izah edilemez. Zevk etmek aklın değil, kalbin vazifesidir. Bir meyvenin tadını bile başkasına anlatmamız mümkün olamıyor. Çünkü anlatırken sesimizi kullanıyoruz ve ses karşımızdakinin kulağına gidiyor. Kulak ise tad alma kabiliyetine sahip değil.

İstiğrak halindeki bir zat, bu manevî sarhoşluk halinde, denize dalmış birisinin artık karayla ilgisinin kalmaması gibi, diğer iman hakikatlerini düşünemez olur. O anda bu hakikatleri inkâr etmesi de söz konusu değildir. Zira inkâr etmek için, düşünmek ve karar vermek gerekir. O insanın artık ne düşünmeyle ne de karar vermeyle alakası kalmamıştır.

Bir aynayı Güneş'e karşı tuttuğunuzda Güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın Güneş'e doğru yaklaştığını farz edelim.

Yaklaştıkça Güneş'ten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, Güneş'in görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur.

İşte o ayna bu halde iken, “Güneş'ten başka bir şey yoktur” derse, bu onun manevî sarhoşluğunun ifadesidir.

“Lâ mevcude illâ hu” diyerek, Allah’tan gayrı ne varsa hepsinden alâkayı kesen, tevhid denizinde gark olan, Rabbine yakınlıkta ileri giden, O’nun cemal tecellisiyle kendinden geçen, celâl tecellisiyle de varlığı kavrulup âdetâ ortadan kaybolan bir veli; o manevî sarhoşluk halinden çıktığında, yanmanın, artık o gibi sözleri söyleyemez.

Üstat Hazretleri bu meşrebin sahih fakat nakıs olduğunu beyan ediyor. Sahih demekle Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin yanlış yolda olduğunu iddia eden ve onun hakkında yanlış şeyler söyleyen kişilere iştirak etmediğini ortaya koymakla birlikte, bu meşrebin noksan bir yol olduğunu da özellikle belirtiyor. Zira bu yolda gidenler imanın altı rüknünden sadece Allah’a imanda ve tevhid hakikatinde yoğunlaşmaktadırlar.

Yine, Üstadımız, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerini “ulum-u İslamiyenin bir mucizesi” olarak tavsif ederken, onun hidayet üzere olduğunu, ama her sözünde muhdi olamadığını açıkça ifade etmektedir.

Bu meşreb sahipleri, tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyet safhalarından geçtikten sonra tevhidde zevken istiğrak haline girmişlerdir.

Üstad Hazretleri Mektûbat adlı eserinde; “Kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi aklî ve kavlî ve ilmî sûretine çevirmemek” gerektiğine ehemmiyetle dikkat çeker.

Lem’alar adlı eserinde de bu mânâyı te’yid için, “bu mesele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir” denilerek ekser insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere lüzumundan çok fazla kıymet verdiği bu gaflet zamanında, bu enaniyet asrında bu meşrebi insanlara telkin etmenin ters neticeler vereceğine şöylece dikkat çekilir.

“O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsiva sırrıyla, mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir sûrette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyyeden uzaklaştırmaktır.”(1)

Nurlarda bu meşrebin salih olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da dikkat çekilir. “Hulefa-i Râşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor.”(2) denilerek, bu meşrebin hususî kaldığı, umuma mal olamadığı vurgulanır.

Asırlarına yön vermekle vazifeli, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Abdulkadir-i Geylâni gibi mümtaz zatlar böyle bir yolda gitmemişler, bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşat etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, bâtıldan nefret ettirmede merkezleştirmişler. Bunlar ise, istiğrak değil, sahv yani uyanıklık hâlinde icra edilebilecek büyük hizmetlerdir. Nitekim vahdetü'l-vücud meşrebinin meşhur sîması büyük velî Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin ismini mücedditler silsilesinde göremiyoruz. “Bizim mertebemize çıkmayan kitabımızı okumasın” buyurmakla, meşrebinin hususî kaldığını kendisi de bizzat beyan etmiş bulunuyor.

“Erkân-ı imaniyye altıdır. İman-ı billâhdan başka, iman-ı bil yevmil âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise mümkinatın vücutlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniyye hayal üstüne bina edilmez.”(3)

Nurlarda çok güzel işlenen bir diğer mesaj da bu meşrebe giren bir velînin sadece iman-ı billâhta, yani Allah’a imanda terakki ettiği, buna karşılık diğer iman rükünlerini hayal sayma gibi bir hatanın eşiğine geldiğidir. İstiğrak hâlinde söylenen “Lâ mevcude illâ hu” sözünün uyanık halde söylenemeyeceğinin önemli bir sebebi, bu sözün diğer beş iman rüknünü dikkate almamasıdır.

Bu meşrebe göre, “Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallâk gibi isimler ise, tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Hâlbuki o esmalar mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar: aslîdirler tebeî olamazlar.” (4)

Yine Nurlarda, “Mevcudat, evham ve hayal değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır (eserleridir)”(5) buyrularak, bu noktaya özellikle dikkat çekilir.

Yine Nurlarda, “hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyyedir” buyurulur. Elimize bir meyveyi, meselâ bir elmayı alıp düşünelim. Onda Müzeyyin ismi, yâni tezyin edici, güzelleştirici ismi tecelli etmiş de öylece güzel olmuş. Musavvir isminin tecellisiyle de sûrete, şekle kavuşmuş. Mülevvin ismiyle renklendirilmiş. Rezzak ismiyle insanlara fayda verecek vasıflarla teçhiz edilmiş. Bu isimler onda tecelli etmeseydi, şekilsiz, renksiz, çirkin ve faydasız bir mahlûk olurdu. Zaten Hâlık ismi tecelli etmese hiç var olamazdı, yoklukta kalırdı. Mademki, bu meyve bu isimlerin tecellisiyle var olmuş, öyleyse asıl var olan bu isimlerdir ve onlara sahip olan Zâttır. Bu elma, onun var etmesiyle var olmuştur ve O, tecellisini kestiği anda ortadan kaybolacaktır. İşte bizim ilmen, fikren düşündüğümüz bu mânâyı o mümtaz zâtlar hissederler, yaşarlar, o hâl ile hâllenirler ve cezbe hâlinde o meyvenin yokluğuna hükmederler. İstiğrak hâlinden çıkınca nimetleri âfiyetle yer ve Rezzâk’ına şükrederler. İstiğrak hâlinde nimete şükür de yoktur. Zira ortada nimet yoktur...

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım.
(2) bk. age.
(3) bk. age.
(4) bk. age, On Sekizinci Mektup.
(5) bk. age.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 6.160
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

EbedEbed
Müthiş bir derleme makale olmuş. Siz, sizi beğenmez... Sizi beğenenleri de beğenmezsiniz ama ben bu makaleyi çok beğendim, beni beğenmeseniz bile..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ziyaretçi (doğrulanmadı)
bu site ve sorularla islamiyet sitesi olmasaydı ne yapardım bilmiyorum.Allah sonsuz kere razı olsun.kafama bir sorumu takıldı hemen burayı ve sorularla islamiyeti açıyorum cevabı buluyorum.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
mts_31

Allah razı olsun hepsine yorum yapmam fakat çok güzel bir site kurmuşsunuz

Allah sizide bizide muvaffak etsin

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
erdem79

29.Mektup'ta “Hulefa-i Râşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor” deniliyor.

 

18. Mektup'ta da "Vahdet-ül Vücud mes'elesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Aba olarak Eimme-i Ehl-i Beyt  ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tâbiînden bu çeşit vahdet-ül vücud meşrebi sarihan (açıkça) görülmemiş." deniliyor. 

 

Bu iki yerde "sarihan görülmeme"den bahsediliyor. Bu üslup, Üstadımızın vahdet-i vücut anlayışının zikrolunan büyükler tarafından "Hafien görülmüş olabilme" anlamını verdiğini akla getiriyor. 

 

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...