"Müstaid; fehmi, şeriattan olur, lakin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz." Bu konuyu açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Öncelikle "Müstaid, müçtehid olabilir.” ibaresinin izahını yapalım. Yani içtihatta nasıl müstaid ve müçtehit olunur, onun şartlarını kısaca izah edelim.
Müçtehid, Kur’an’ın esrarına hakkıyla vâkıf, içtihada ehil, İslami ilimlerin bütün ahkâmında mütehassıs olan her fakîhtir. Bu zatlar âyet ve hadislerin sırlarına mazhar olma istidadına hâiz mümtaz insanlardır. Aklî ve naklî ilimlerin derinliklerine dalmış, keşfettikleri çeşitli cevherleri Müslümanların istifadesine sunmuşlardır.
Bir müçtehidin içtihadı; ancak kendini ve kendine taraftar olanları bağlar. Başka müçtehitleri ya da mezhepleri bağlamaz. Yani müçtehidin içtihadı, şeriatın herkesi bağlayan muhkem emirleri gibi değildir. Bu noktadan dolayı müçtehit müşerri olamaz, yani Allah ve Resulü gibi kanun koyucu değildir. Yapmış olduğu içtihat da ümmeti bağlamaz.
Bir hükmün ümmeti bağlayabilmesi için, Allah ve Resulü tarafından konulması gerekir. İçtihat ve tevil ile elde edilen izafî hükümler; ancak müçtehidi ve ona taraftar olanları bağlayabilir.
Müçtehidin içtihadı şeriattandır; ama şeriat değildir. Bir içtihadın bütün ümmeti bağlayabilmesi için, bütün müçtehitlerin bu içtihat üstünde ittifak ve icma kurması gerekir. Zira müçtehidlerin bir içtihat üstünde icma ve ittifak etmesi de şeriatın Kur’an ve sünnetten sonra üçüncü bir delili ve bağlayıcı bir unsurudur. Yani bir müçtehidin içtihadı, sadece kendini bağlarken, bu içtihat bütün müçtehidlerce ittifak edilirse, o zaman bu içtihat şeriatın muhkem bir hükmü gibi, bütün ümmeti bağlar. Bunun dışında müçtehidlerin icmasız ve ittifaksız içtihatlarını, şeriatın bir kanunu gibi uyulmaya davet etmeleri yanlış ve bid’attır, uyulması da gerekmez.
Müçtehid; Kur'an ve sünnetten, işarî ve hafî hükümleri çıkaran müstesna âlimlere denir. İlmin zirvesi müçtehitlik makamıdır. Müçtehitlik makamına ulaşmak için, birçok ilimde derinleşmek ve bu ilimlere kemali ile vakıf olmak gerekir.
Müçtehid; evvela, Kur’an-ı Kerim’in şeri ve lügavi manasını ve aksamını yani, has, umumi, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall bilibare, dall biliktiza, dall biddelale, nasıh, mensuh, vesair aksam ve manalar müçtehitte meleke ve karîha hâline gelmelidir. Bu ilimleri sadece bilmekle içtihat yapılamaz. Mesela:
Celaleddin-i Süyutî gibi mütenevvi ilimlerde dört yüz kadar esere sahip ve çok defa uyanık iken sohbet-i Nebeviye (asm)'ye mazhar olan bir muhakkik zat, birkaç meselede içtihat etmek istediğinde, devrin büyük fakihleri; “Devr-i içtihat geçmiştir, sen içtihat yapmak iktidarında değilsin.” diye kendisine karşı çıkmışlardır.
Müçtehitlik, âlî ve mümtaz bir makam ve yüksek bir mertebedir. Kişi o makama iddia ile değil; ilimde rüsuh kazanma yanında Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanı ile çıkabilir. Müçtehidîn-i izam efendilerimizin her biri nur-u hidayete mazhardırlar. İlahi hükümlerdeki maksatları idrak etmek onları tatbik sahasına koymak vazifesi onlardadır.
Sahabeden sonra şartlar değişmeye başladı. Muamelatta, ticarette, sanatta, ziraatte yeni inkişaflar meydana geldi ve yeni meseleler ortaya çıktı. Örf ve adetlerde değişmeler oldu. Elbetteki, bu ihtiyaçlara lakayd kalınamazdı. İşte bu devrede herbir müçtehid, kendisine terettüb eden vazifenin ağırlığını takdir ederek pek büyük bir gayret ve ihtimam ile içtihatta bulundular. Bütün himmet ve iktidarlarını sarfederek fıkıh ilminin kaide ve kanunlarını tesbit ettiler. İşte bu zatlar sayesinde içtihat ilmi kemal noktasına vasıl oldu.
Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar Şunlardır:
1. Arapça’nın kaidelerini bütün incelikleriyle bilmelidir. Ayetlerin nüzul sebeplerini çok iyi bilmelidir. Bir ayetin sağlam ve sahih bir şekilde anlaşılabilmesi; ancak o ayetin hangi hadise üzerine indiğinin bilinmesi ile mümkündür.
2. Kur’an’a ait ilimlere kemaliyle vâkıf olmalıdır.
3. Müçtehidin, icma-i ümmete muhalefet etmemek için hakkında icma meydana gelmiş bütün hükümleri bilmesi lazımdır. Bunu bilmesi içinde ta ashabdan itibaren bütün İslam fukahasının nerelerde ihtilaf edip, hangi meselelerde ittifak etmiş olduklarını tahkik etmiş olması îcab eder.
4. Müçtehit, kıyasın vecihlerini bilmelidir. Zira, içtihadın ruhu kıyasdır. Bu sebeple bir müçtehit, ilm-i usulün kıyas bölümündeki bütün rükünleri, nevileri, hükümleri, şartları teferruatiyle bilmelidir.
5. Müçtehit örf ve adetlere vâkıf olmalıdır.
6. Müçtehit olan zâtın, hükümlere taalluk eden hadisleri hıfz edip onların senetlerini, râvîlerini; mütevâtir mi, meşhur mu, mensuh mu olduğunu bilip ihata etmesi şarttır. Yine bu hadisleri rivayet eden zâtların cerh ve ta’dil açısından ahvallerine de vâkıf olmalıdır.
7. Usul-ü fıkıhta zikredilen esaslar, kaideler ve şartlar müçtehidde meleke haline gelmelidir.
Kur'an-ı Kerim'in birinci tefsiri hadis-i şeriflerdir. Hiç kimse hadisleri yok sayarak Kur'an’dan hüküm çıkaramaz. Uygulama Kur'an, sünnet, icma ve müçtehit şeklinde gider, bu zincirin bir halkasını atlamak batıldır.
Siyak Sibak: Kur'an-ı Kerim'in bir ayetini tevil ederken, konu ve kitap bütünlüğüne dikkat etmek ilmidir. Yani bir ayetin öncesi ve sonrasını göz önünde tutarak anlamaya çalışmak. Yoksa o ayeti doğru anlamak imkânsızdır.
Buna benzer birçok ilme derinlemesine vakıf olmayan içtihat yapamaz. Bu ilim dalları içtihadın ortak sahasıdır.
İçtihat için fıtrî bir istidat, dehâ derecesinde bir zekâ ve kabiliyet de şarttır. Abdulkerim Zeydan, "Usûl-ü Fıkıh" adlı eserinde, bu hususu şöyle açıklıyor:
“Müçtehid latif bir idrake, fıkıh ilmine müstaid bir akla, safi bir zihne, nafiz bir basirete, güzel bir anlayışa, harika bir zekâya sahip olmalıdır. Bunlara sahip olamayan bir kimse, içtihat kaidelerini bilse bile müçtehit olamaz.”
Bundan sonra da şöyle bir misal verir: “Bir insan edebiyat ve şiirde ne kadar bilgisi olursa olsun, fıtrî bir istidadı yoksa şair olamaz.”
Evet, içtihat için ilahi bir mevhibe de şarttır. Yani kesbî olan şartlar içtihadın cesedi ise, mevhibe-i ilahi de içtihadın ruhu hükmündedir. Takva ve amel-i salihde yeterince hassas olmayan bir insan, ilimde ne kadar ileri olursa olsun onun içtihadına itibar edilmez.
Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüz’ü bulunmazsa, o kimseye ıstılâhî manasiyle müçtehid denilmez. Davayla, mücerred iddia ile sultan olunmaz. Zira delil istenilir.
İlim ve irfan sadece insanın şahsî gayretine ve kesbine münhasır olsa elbetteki pek nakıs kalır. Çünkü insanın fikri de aklı da sınırlıdır. Binaenaleyh, bunlarla herşeyin, her hakikatin mahiyetini, esasını ihata etmek mümkün değildir. İlim ve marifetin tekâmülü için ilahi ilham da lazımdır. Ancak o zaman basiret nuru parlar, birçok sırlar ve hakikatlar o nur ile keşfedilebilir. Evet, ilham ve inâyete mazhar olan bir insan hakikatlerin keşfine muktedir olabilir.
İçtihad için pek büyük bir kabiliyet ve pek geniş malumat yanında pek büyük bir takva, salahat ve yüksek bir ahlak da iktiza eder. Hafızalarını bütün Kur’an ile ve yüz binlerce hâdis-i şerifle tezyin etmiş nice büyük zatlar bile içtihada cesaret edememiş, içtihat iddiasında bulunmamışlardır. Binaenaleyh içtihada ehil olmayanların bir müçtehidi taklid etmekten başka çıkış yolları yoktur. Aksi halde, dinin kudsî ahkâmını muhafaza ve idame etmek kabil olmaz.
Başta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabe-i kiramın en güzide, en salahiyetli vârisleri bu büyük müçtehitlerdir. Bunların, evliyanın da sertacı olduklarında ümmetin ittifakı vardır. Allah, dine ait hükümleri ikâme ve şeriatın hikmetlerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten çıkarma hususunda bu zatlara hususî bir ihsanda bulunmuştur.
Müçtehitlerden bazıları sahabe-i kiram hazretlerini gördüler, onlarla sohbette bulundular ve onlardan ilim ve edeb tahsil ettiler. Şer’î ahkâma ait kaide ve kanunları Kur’an ve hadislerden istihrac ettiler. Bu hükümleri istinbat hususunda azamî derecede ihtimam gösterdiler. Akıl ve nakle istinad eden şer’î meseleleri ihtiva eden kitablar yazdılar. İşte onların bu fedakârâne çalışmaları ile fıkıh ilmi tam bir istikrar ve istikamet kazandı.
Müçtehidler, meslek ve meşreblerinde ciddiyete, hâl ve hareketlerinde de rıfk ve mülayemete azamî dikkat ederlerdi.
Müçtehidîn-i izam efendilerimiz ilim ve marifette birer umman oldukları gibi güzel ahlakta da numune-i imtisal şahsiyetlerdi. Allah Teâlâ Hazretleri ilmi, hikmeti, iffeti, şecaati, sehaveti onlarda cem etmişti. Onlar, hak ve hakikatin aşığı idiler. Hakikat kimin ağzından çıkarsa çıksın, onu kabulde ve teslimde asla tereddüt göstermezlerdi. Benlikten, gururdan, kibirden son derece nefret ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Şâfiî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hakikatin, münazara ettiğim kimselerin elinden çıkmasından memnun olurum.”
Hafızaları çok vüsatli birer malûmat hazinesiydi. Ayaklı kütüphane tabiri gerçekten bu gibi zâtların unvanıdır denilse yeridir. Mesela; İmâm-ı Mâlik, bir milyon hadis-i şerifi hıfzetmişti.
Bununla beraber, nice erbab-ı hadis vardır ki, binlerce, yüz binlerce hadis ezberledikleri halde, o hadislerin ihtiva ettikleri şer’î hükümleri istihraca muktedir olamamışlardır.
Müçtehidlerin bir kısmı tabiîn, diğer kısmı da tebe-i tabiîn devrinde yetişmişlerdir. Bu devirler ilim ve marifet için en güzel bir zemindir; ilim ve irfanın baharıdır. O zamanda hikmet ve marifet tohumları, az bir zamanda neşv ü nema bularak marifet çiçekleri açardı. Mesela, Süfyan b. Uyeyne dört yaşında hafız olmuştu.
Müçtehidîn-i izam efendilerimiz ilim ve irfanlarını sahabelerden aldılar ve onların malumatına kemaliyle vâris oldular. Sahabelerin bütün ahvallerini, faziletlerini, tercüme-i hallerini bilirlerdi. Herhangi bir hâdisenin zuhurunda evvela Kitap ve Sünnete sonra sahabe-i kiramın içtihatlarına müracaat ederlerdi. Bunlarda açık bir hüküm bulamadıkları meselelerde kendi rey ve içtihatları ile amel ederlerdi.
İçtihatta kemal mertebesine nail olmak şerefi ancak dört büyük imama nasib olmuştur. Kur’an ve sünnetin esrarına hakkıyla vâkıf olan bu zâtlar, ruhlarını güzel ahlak, salih amel ile tezyin etmişlerdir. Bu zâtların herbiri birer irfan harikasıdırlar. Müslümanların müşkillerini halletme hususunda birbirlerini tamamlamışlardır.
Müçtehidin-i İzamın Tabakaları
Usul-ü Fıkıh uleması, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed.
Müçtehid-i mutlak; bütün şer’î meselelerde içtihat ehliyetine haiz olan zatlardır.
Müçtehid-i mukayyed ise, bazı meselelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakihlerdir. Bunlar içtihad edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklid ederler.
Müçtehid kendi akıl, hayal ve hissiyatından mes’ele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartiyle, şer’î deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla alakalı olmayan fer’î meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur.
Tabaka-i fukaha yedidir:
1. Müçtehid-i fi’ş-şer’îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Usûl ve furû’da bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır.
2. Müçtehîd-i fi’l-Mezheb: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği usul ve kaideler üzerine hareket eden müçtehitlerdir; İmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi.
3. Müçtehid-i fi’l-mes’ele: Kendi mezhebinde hükmü mevcud olmayan bir meselede içtihada muktedir olan fukahaya denir. Mesela: Ebu Hasan el-Kerhî, Şemsü’l-eimme el-Hülvânî, İmâm-ı Serahsi gibi birçok zevat. Bu zâtlar ne usûlde, ne de füruda mezheb imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hâdiselerde onların koyduğu usûl ve kaideler üzere içtihad yapmışlardır.
4. Ashab-ı Tahriç: Bu zâtlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukallitlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da birkaç cihete ihtimâli olan mücmel ve müphem meseleleri tefsir ve tavzihe muktedir olan fukahadır. Mesela: Cessâs, Ebu Bekir er- Razî gibi meşhur zâtlar.
5. Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, âdetini ve zamanın ihtiyacını dikkate alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en muvafık olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Mesela: Meşhur "Kuduri" sahibi Ebu’l Hasan, "Hidaye" Sahibi Şeyh-ül İslam Merğinâni gibi.
6. Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezheplerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muktedir olan zevattır. Mesela, Kenz’in müellifi Nesefı, Muhtar’in sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye’nin sahibi Tâcü’ş-Şerîa Mahmud Buhari, gibi.
7. Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh âlimleridir. İbn-i Abidin gibi.
Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sayılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla düşünmeleri gereken bir husustur.
Merhum Ömer Nasuhi Bilmen de “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı eserinde müçtehitleri büyüklük sırasına göre; Müçtehit fiş’şer’i, müçtehit filmezheb, müçtehit fil-mesele, eshab-ı tahriç, eshab-ı tercih, eshab-ı temyiz ve mukallid olarak sınıflandırmakta ve en alt tabaka olan mukallid kısmını şöyle izah etmektedir:
“Bu, içtihada, tahriç ve tercihe salâhiyettar olmayıp yalnız bir mezhebe mensup hükümlerin, meselelerin ve rivayetlerin büyük bir kısmını hıfz etmiş, bunları eserlerine derc eylemiş olan herhangi bir zattır.”
Ömer Nasuhi Bilmen bu izahtan sonra, dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fukahasından olup her bir cildi dokuz yüzü aşkın sahifeden müteşekkil altı ciltlik "Reddü’l-muhtar" isimli fıkıh eserinin sahibi İbn-i Abidin’i mukallid kısmına misal vermektedir.
Saniyen, müçtehid hadis-i şeriflerin de metin ve senediyle manalarını ve kısımlarını bilmeli ve ravilerin ahvallerine, hadisin cerh ve tadillerine, nasıh ve mensuhlarına, tarih-i vürutlarına vâkıf olmalıdır.
Salisen, müçtehit örf ve âdete vâkıf olmakla beraber mevarid-i icmaı (yani hangi yerde icma varid olduğunu) bilmelidir ki, ona muhalif içtihatta bulunmasın.
Rabian, müçtehid kıyasın vücuhunu şeraitiyle, ahkâmıyla, aksamıyla makbul ve merduduyla ihata etmiş olmalıdır.
Kaldı ki, bu zamanda, bu evsafta bir kimse yeryüzünde var mıdır ve bir şahsın bu evsafta yetişmesi mümkün müdür? Evet, zatında mümkün olsa bile âdeten vukuu dördüncü asırdan günümüze kadar cumhur-u ulemanın beyan ve ikrarıyla sabit olmamıştır.
Durumun böyle olduğunu asr-ı hazır fuzalasından, ulum-u diniyenin mütehassıs ve muhakkiklerinden Hüseyin-i Cisri, Ömer Nasuhi ve Şeyhülislam Mustafa Sabri ve diğer zatlar kitaplarında beyan etmişlerdir. Zaten şimdiye kadar müçtehidlik dava edenler, mücerred iddiadan ileri gidemeyip kıl ü kal etmişler. Şimdi de iddia eden varsa buyursun içtihad etsin.
Malumdur ki, her vazifenin, ilmin ve fennin ehil ve etbaları başka başkadır. Yine kaide-i mukarreredendir ki, bir fennin çok mahir mütehassısı, fünun-u sairenin mukallididir. Mesela hendese gibi bir ilimde mahir olan zat, tıp gibi diğer bir fende âmi ve tufeylîdir. Birinin metaı diğerinden istenilmez. Keza bugün bir din âlimi, ne kadar kabiliyetli olursa olsun, o zat-ı mübareklerin ancak kelâmlarını anlayıp, müstaid bir şakirt ve talebe olabilir ve bundan ileriye geçemez.
Meselenin iyice anlaşılması için şu kaideyi de arz edelim:
Hakikatin mahiyeti bir olmakla beraber, efradının zımnında tarz-ı tahakkukları ayrı ayrıdır. Mesela sinek de uçar amma "kartal gibiyim" diyemez. Birisine açılan ufkî daire, yekdiğeriyle muvazeneye gelmez ve tartılmaz. Buğday da sümbül verir, lâkin ne çare ki ağaç olamaz. İşte kâinatta olan bütün nisbî kanunlar bu nevidendir. Binaenaleyh, mekâtib-i âliyede okutulan funun-u aliyenin mahiyetleri bir olsa da suret-i tedrisleri başkadır. Mesela mekteb-i adliyede de ilm-i hendese okunur. Lâkin bu mektepten mühendis yetişmez. Kezalik ulum-u diniyenin mahiyet-i âliyesinin, tabaka-ı müçtehidinde tahakkuk-u keyfiyeti ile fukaha-ı izam, müfessir ve muhaddis-i kiram hazeratındaki keyfiyetin tezahürü kıstas edilip ölçülemez. Elbette her yıldızın Güneş'ten feyz-i istifazesi kabiliyet ve istidadı nisbetindedir.
Feza-yı içtihadın yıldızları, tiryak hükmünde olan hakaik-ı âliye-i diniyeyi bir laboratuar mahiyetindeki edille-i şer’iye ile tahlil, terkib ve tanzim ettikten sonra gittiler. Hamdolsun ki meydanı boş bırakmayarak asırları nurlarıyla ziyadar eyleyen ve her biri dünyevî ve uhrevî birçok hakikatler ve esrarın mahzeni olan, dost ve düşmanın takdir ve tebciline mazhar milyonlarca kitabı bırakıp sonra gittiler.
Bu zamanda İslamiyet’e hizmet arzusunda bulunan zamanın muhakkik din âlimleri, uluvv-i himmet ve âlicenaplıktan dem vuranlar selef-i salihinden bizlere miras kalan ulum-u diniyeye ait her çeşit cevher-i âliyenin kutusu hükmünde olan sadef-misal kitaplarını taharri ve tetebbu’ edip, bizleri tenvir ve irşat ederlerse ne âlâ, etsinler. Yoksa barid bir taassup veya meylüt-tefevvuk hissiyle içtihat davasında bulunan ve şu âsar-ı azimeyi basit anlayışıyla hafife alan, basit ve hafif insanlar hamiyet yerine hıyanet, hizmet yerine cinayet etmiş olurlar.
Bu hususta en salahiyetli olan Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
"Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapılar açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve adat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, İçtihad namiyle kasr-ı İslamiyet'ten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslamiyet’e cinayettir." (Sözler, Yirmi Yedinci Söz.)
Konu ile ilgili ders videosuna ulaşmak için tıklayınız:
- Müçtehitlik Taslayanlara Bediüzzaman'dan Tavsiyeler (Dr. B. SABAZ)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bediüzzaman hazretleri Müçetehid olduğu eserlerinden ma'lum peki özelliklede bu zamanda iman risaleleri olan, Risale-i nurlar ümmeti bağlayacı niteliktemi? Yani " İcma ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor( lemaat) Risale-i nur eserleri bu şartı sağlamışmıdır?.... yoksa okunması bu zamanda elzem ve gerekli bir eser olmakla birlikte ümmeti bağlayacak nitelikte değilmidir?
Sözler