"Ne için ehl-i küfür ve dalâlet dünyada ehl-i hidayete galip oluyor?" sualinin cevabını nasıl anlamalıyız?
- Ehl-i hidayet fani şeylere ehl-i küfür gibi bakamayacağından, ehl-i küfre hiçbir zaman galip gelemeyecektir şeklinde tevil edilebilir mi?
Değerli Kardeşimiz;
Bu hüküm fasit bir hüküm olduğu için, buna mebni olan hüküm de netice itibariyle fasit ve yanlış oluyor. Zira ehl-i küfrün ehl-i imana galip gelmesi tek sebep ile izah edilmez ve edilemez. Bahsedilen sebep bunlardan sadece birisidir.
Üstad Hazretleri başka yerlerde mağlubiyetin sebeplerini çok ikna edici bir şekilde izah ediyor. Bu sebepleri maddeler halinde izah etmeye çalışalım:
"Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir..."(1)
"Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmişse, o zamana nisbeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti terk etmişse, tedennî etmiş. Hıristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş'et etmiş."(2)
Üstad Hazretleri bu iki paragrafta maddî ve manevî bakımdan geri kalma sebebimiz olarak İslam’dan uzaklaşmamızı gösteriyor. Müslümanlar ne zaman Kur’an ve Sünnete sımsıkı yapışmış ise o zaman medeniyetin ve terakkinin en üst seviyesine çıkmışlar; ne zaman Kur’an ve sünneti terk etmişler ise geri kalıp medeniyetten uzaklaşmışlar diyor.
Üstad Hazretleri burada iki yönlü bir cevap veriyor:
Birincisinde; Avrupa’nın dininde gayet mutaassıp olduğu ifade ediliyor.
İkincisinde ise; Müslümanlar ne zaman İslam’a sımsıkı sarılmış ise terakki etmişler, ne zaman İslam'dan uzaklaşmış ise gerilemişlerdir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı bunun en güzel bir misal, en bariz ve kat’î bir delilidir. Zira İslam akıl ve fen ilimlerine mâni değil, bilakis onları te’yid ve takviye ediyor. İslam dini her zaman çalışıp terakki etmeyi emreder.
Hristiyanlıkta durum tam aksidir. Tarihte kilisenin ilim ve fen adamlarına tatbik ettiği mezalim meydandadır.
Evet, ilim, hikmet ve adalet üzerine bina edilmiş olan İslam dini, kendisine sadakatle yapışanı saadetten saadete, feyizden feyze isal eder.
Eğer Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi, bugün de İslâm dininin ulvî ve nuranî hakikatlerini hayatlarına tatbik etselerdi, maddî ve manevî terakkinin zirvesine çıkıp, huzur ve saadete kavuşacak ve dünyanın efendisi olacak, hem de diğer milletlere numune olup, onların da İslam dinine girmelerine vesile olacaklardı.
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.”
Günümüzde İslâm âleminin perişanlığı ve maddî sefaleti, tâbi olduğu İslâm dininden değil, bilakis o dini hakkıyla yaşamamalarından ve hayatlarına tatbik etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Müslümanlar İslâmiyet’i bihakkın yaşasalar, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılsalar, hem dünya ve ahiret saadetlerine mazhar olacaklar, hem de bütün insanlığa bir hüsn- ü misal ve numune-i imtisal olacaklardır.
İslam ile Hristiyanlığı aynı kefeye koyup böyle fasit şeylerden hüküm çıkarmak ahmaklıktır. Fransız ihtilalinden sonra, Avrupa kiliseye bir ayar çekerek, içtimaî ve siyasî yönden birçok reformlar yaptı. Yoksa bütün bütün dinini hatta dinindeki taassubunu bırakmadı.
"Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur."(3)
"Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir. "Hırs, hasaret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir." durub-u emsal hükmüne geçmiştir."
"Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş'et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor."
"İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur."(4)
Bu paragraflarda ise geri kalış sebeplerimizin teknik boyutu izah ediliyor. Geri kalmamızın en mühim sebeplerden birisi, kâinattaki sebeplere ve sebeplerdeki tertibe tam riayet etmememizdir. Yani Müslümanlar Kur’an ahlakından uzak kalmalarının neticesi olarak hırslandıkları için, kısa yoldan sebeplere ve sebepler arasındaki tertiplere uymadan, hırs ile zengin olma yollarını aramaları neticesinde muvaffakiyet gösteremiyorlar. Hâlbuki zenginlik ve terakki ancak sebeplere ve onlardaki tertiplere uymak ile elde edilebilir. Tarlayı ekmeden nasıl mahsul alınamaz ise, sebeplere riayet etmeden de zengin olmak ve terakki etmek mümkün değildir.
Diğer bir husus, bizim düşmanımız olan cehalet, zaruret, ihtilâf gibi hastalıklara karşı yeterince san'at, marifet ve ittifak ile cevap veremememizdir. Cehalet eğitim ve öğretim ile zaruret, yani zaruri ihtiyaçlar ticaret ve sanayileşme ile; ihtilaf, yani ayrılık ve gayrılıklar da ancak İslam kardeşliği ile halledilebilir. İşte biz bunları yeterince tatbik edemediğimiz için zayıf ve fakir kalmışız. Bazı zındık ve dinsizlerin iddia ettiği gibi İslam yüzünden geri kalmamışız. Bilakis İslam’dan uzak kaldığımız için geri kalmışız.
"İşte o tedennînin mühim bir sebebi: Bazı rüesâ ile haksız olarak millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar veya velâyeti dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. Fakat, sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın seyyiatındandır."(5)
Bizim millet olarak geri kalmamızın sebeplerinden birisi de maddî veya manevî olarak başımızda bulunan reis ve şeyhlerin liyakatsiz ve tahakkümvari tavırlarıyla milletin kuvvet ve gayretlerini boş yere heba etmeleridir. Onların fedakârlık ve milli gayret diye iddia ettikleri şeyler fedakârlık ve gayret değil, sahtekârlık ve şahsî enaniyetlerini tatmin etmektir. Şahsını ihya etmekte ve enaniyetini tatmin etmek yolunda milleti kullanıyorlar. Hâlbuki onlara körü körüne teslim olmak, şuursuzca onları taklit etmek sünnet-i seniyye değil, sünnet-i seyyiedir. Yani Allah Resulü'nün (asm) güzel yolu değil, şeytanın çirkin bir yoludur. Bütün bu çirkinlik ve suistimallerin temelinde de istibdat hastalığı vardır.
Yani taklit ve taassub, istibdat ve tahakkümün bir neticesidir. Bu sebeple böyle sahtekâr reislere ve liyakatsiz şeyhlere körü körüne teslim olmamalıyız. Milliyetimizin gayret ve fedakârlıklarını böyle heriflerin kötü emellerine bırakmamalıyız. Bunun en güzel yolu da istibdat ve baskıcı rejimler yerine, cumhuriyet ve demokrasiyi içimizde ve hayatımızda ihya etmektir.
"Şeriat-ı İlâhiye ikidir:
"Biri: Sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef'âl-i ihtiyariyesini tanzim eder.
"İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve "evâmir-i tekviniye" tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta câri olan kavânin-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavânîn-i akliyeden ibârettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavânin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hassası olan tesir ve icada mâlik değillerdir."(6)
Müslümanların maddî açıdan geri kalmasının mühim sebeplerinden birisi de Kur'an ve sünnetten uzak bir hayat yaşamalardır. Üstad'ın "ihya-i din ile olur şu milletin ihyası" demesi de bu manayadır.
Hâlihazırdaki Müslümanlar iman bakımından kâfirlerden üstündür, lakin ahlak, muamelat ve sistem olarak onların gerisinde kalmışlar. Ahlak ve sistem olarak geri kalmamızın sebebi Kur'an ve adetullaha kemaliyle uyulmamasıdır. Şayet İslam milleti Kur'an’a ve kâinat içinde adetullah olarak tabir edilen fıtrî şeriata tâbi olursa, o zaman hem dünyada hem de ahirette bahtiyar olacaktır.
İki türlü şeriat vardır; Birisi, Allah’ın Kelam sıfatından gelen; vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa gönderilen dinlerdir. Dinler, insanların ibadet, ahlâkî ve içtimaî hayatlarını tanzim eden ve onlara hakta rehberlik eden semavî emir ve yasaklardır. İnsan neye inanacak neye inanmayacak, Allah’a karşı nasıl ibadet edecek, insanlarla olan münasebetlerinde nelere dikkat edecek ve nasıl bir tavır sergileyecek, bütün bunları İslam şeriatı tayin ve tesbit eder. Bu şeriata ittiba edenler hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında mes’ud ve bahtiyar olurlar.
Diğer şeriat ise, Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriattır. Yani adetullah veya sünnetullah dediğimiz kanunlardır. Bunlara tekvinî emirler denilir.
Çekirdeğin çatlayıp büyümesi, yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri, bütün canlıların hayat şartlarının ve rızıklarının mükemmelen tanzim ve tedbir edilmesi, suyun kaldırma kanunu, yerin çekim kuvveti, soğuğun üşütmesi, ateşin yakması, kuvvetin üstünlüğü, çalışmanın servet sahibi etmesi, tembelliğin sefalet ve fakirliğe sebep olması irade sıfatından gelen sünnetullah kanunlarıdır yani, kevnî şeriattır.
Bu sünnetullah kanunlarına uymayanlar, cezasını peşinen dünyada görür, uyanlar ise mükâfatını peşinen alır. Mesela, zehir içen ölür, kendini yirmi katlı bir binadan atan paramparça olur. Allah’ın kudret kanunlarında ceza da mükâfat da peşindir.
İşte, nasıl ki, Kelam sıfatından gelen dinin hükümlerine uymak insanların ve cinlerin vazifesi ise, şu irade sıfatından gelen fıtrî ve tekvinî şeriata uymak da yine bütün insanların ve cinlerin vazifesidir. Dine uymayanların ekserisi ahiret hayatında ceza çekerler; ama fıtrî şeriata, yani sünnetullah kanunlarına uymayanlar, peşinen cezasını bu dünyada çekerler. Bu mü’min olsun kâfir olsun fark etmez. Kâinattaki adetullah kaidelerine uymayanların peşinen zelil ve hakir olmaları Allah’ın değişmez bir kanunudur.
Bu şeriatı terk eden dünya hayatında perişan olur, mahkûmiyet ve sefalet içinde yaşar. Yüce Allah bu imtihan dünyasında eşyanın vücuda gelmesini birtakım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Muhtaç olmamak için çalışmak, hasta olunca ilaç kullanmak tevekkülün icabıdır.
Bizim Kur'an gibi ezelî bir rehberimiz varken, başka rehberler aramamız bizi bu hale getirmiştir. "Başkasının yürüyüşünü taklit eden, kendi yürüyüşünü unutur" sözü bizi tarif ediyor.
"Ehl-i hakkın ihtilâfı hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifakı dahi hakikattarlıktan değildir. Belki ehl-i dünyanın ve ehl-i siyasetin ve ehl-i mektep gibi hayat-ı içtimaiyenin tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul taifelerin, cemaatlerin ve cemiyetlerin vazifeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o vezâif mukabilindeki alacakları maişet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u cah ve şan ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan alacakları mânevî ücret taayyün etmiş, ayrılmış. Müzâhame ve münakaşayı ve rekabeti intaç edecek derecede bir iştirak yok. Onun için, bunlar ne kadar fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler."
"Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etmediği ve herbirinin makam-ı içtimaîde ve teveccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabuldeki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çoklar namzet olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok eller uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekabet tevellüt edip vifakı nifaka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder."(7)
Kâfirler dünyada işlerini ve ücretlerini taksim edip tanzim ettiği için, kendi aralarında ihtilafa sebep olacak noktaları bu tedbir ile halletmişler. Tabiri caiz ise ücret ve menfaatleri kendi aralarında taksim etmişler. Bu yüzden, kimse rekabet ihtiyacı hissetmiyor.
Ama Müslümanlar içinde ne yazık ki, böyle bir teşrik-i mesai ve tanzim işi yoktur. Bir Müslüman için ayrılmış bir ücret, bir hisse olmadığı için, hedefi ve gayesi muallakta kalıp, umuma bakıyor. Yani potansiyel olarak her şey onun hedefinde gibi oluyor. Böyle olunca da sair dindaşları ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Hutbe-i Şamiye
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım
(3) bk. Divan-ı Harb-i Örfi, İki Mekteb-i Müsibet Şehadetnamesi
(4) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Yedinci Nota
(5) bk. Münazarat, Sualler ve cevaplar
(6) bk. Mesnevî-i Nuriye, Nokta
(7) bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar