"Nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir." Baktığımız her şeyde esmânın tecellilerini görmeyi bir vazife olarak mı düşünmeliyiz?
Değerli Kardeşimiz;
Tefekkür; namaz ve oruç gibi farz ibadetlerden sonra en büyük nafile ibadettir.
Kur’an’ın birçok âyetinde tefekkür, tezekkür, taakkul tekrarla emrediliyor. Emir ise iradeli işlere taalluk eder, iradesiz işlere emir mânasız olur.
Basar eşyayı, basiret eşyanın san’atkârını görür. Bu da ilim ve tefekkür ile olur. Nimet içinde nimeti veren Allah’ı düşünmek, O’nun isimlerinin tecellilerini düşünmek mânasını taşır. Rızık içinde Rezzak ismi, şifa içinde Şâfi ismi, tanzif içinde Kuddüs ismi, ihsan içinde Muhsin ismi, ikram içinde Kerîm ismi tecelli eder.
Meselâ, bir portakalın sadece hususiyetlerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip de onun bir İlâhî eser ve insanlara bir ihsan, bir lütuf olduğundan hiç söz etmemek, ona “mâna-yı ismiyle” bakmaktır. Yani onu müstakil bir varlık olarak düşünüp, yaratıcısını hiç nazara almamak, onda tecelli eden isimleri okuyamamaktır.
O portakalın insana faydalı bir rızık olduğunu düşünmek, şeklinden, kokusundan, renginden, taşıdığı zengin C vitaminine kadar her şeyiyle insana göre yaratılan bu meyveyi, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisi olarak seyretmek ise “mana-yı harfiyle” bir bakıştır. Yani, o meyve bir harf olarak Rezzak isminin anlaşılmasına yardım etmekte, insana o İlâhî ismi hatırlatmakla onu düşünmeye ve şükre davet etmektedir.
"Evet, nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun. Hem her eser-i Samedânî, bir mektub gibi, bir Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını bildirir..." (17. Söz)
İn’am; nimetin verilmesi, ikram ve ihsan edilmesi demektir. Bir nimeti bu mânada değerlendiren insan, bu ikram ve ihsan mânalarını ne ağaca, ne toprağa veremeyeceğinden o nimette Rahmân olan Rabbinin iltifatını hisseder. Böylece nimetten in’ama geçer ve o nimetin hakiki sahibi ve yaratıcısı olan Mün’im’i bulur.
Aynı şekilde, yeryüzüne serilen yahut gökyüzünü süsleyen ve her biri bir sanat mu’cizesi olan İlâhî eserleri tefekkür eden insan, onların taşıdığı derin mânaları, san’at inceliklerini ne ölü elementlere, ne de şuursuz sebeplere vermeyip hepsini Allah’tan bilir; onları O’nun mahlûkları ve eserleri olarak değerlendirir. Böylece nakıştan mânaya geçerek esmâ tecellilerini okur ve Müsemma’yı, yani o isimlere sahip olan Allah’ı bilir ve tanır.
O nakışlarda evvela güzellik ve süslendirme nazara çarpıyorsa, nakıştan mânaya geçince Müzeyyin ismiyle Allah’ı bulur.
O nakışlarda kudret ve azamet hâkim görünüyorsa, Kâdir ve Azîm isimleriyle Allah’ı bulur.
Üstad Hazretleri “nimet” mefhumunu, sadece midenin ihtiyaçlarına hasretmez. Mide doymak istediği gibi, akıl, kalb ve bütün duygular da tatmin olmak isterler. Bunların tüm ihtiyaçları “nimet”, onların verilmesi “in’am” , bunları ihsan eden ise “Mün’im”dir.
Asıl mesele, nimette boğulmayıp, in’ama geçebilmektedir. Aksi hâlde bu kıymetli nimetleri şuursuzca tüketmenin hesabı çok ağır olur.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü