"İ’lem eyyühe’l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, dâima rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedârik, mevcudları telef olmaktan muhafaza ile dâima evham, korkular, meşakkatlere mahâl olursun. Halbuki, o nimetler, Mün'im-i Kerîmin taahhüdü altındadır. Senin işin, O’nun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi def'eder. Zira nimet zâil olduğundan, Mün'im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın."
"Evet, وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ olan âyet-i kerîme, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in'am şeceresini, nîmet semeresinde gösterir. Ve bu vesile ile zevâl-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü şecerede çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir."(1)
Bu eserin başlarında “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim.” (2) buyuruluyor ve bu kelamlardan birisi de şöyle beyan ediliyor:
“Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir.”
Buna göre, bir meyve sanki şöyle diyor; “ben kendime malik değilim, malikim ağacımın malikidir.” İnsan da Üstad'ın ifadesiyle “kâinat şeceresinin en mükemmel meyvesi”dir. Kâinat kimin ise insan da onundur.
İşte nefis bu açık hakikate göz kapayarak kendini kendine malik tevehhüm ettiğinde birçok sıkıntılara düşer. Varlığının devamını temin, başına gelecek belâlardan korunma ve bu varlığın elden çıkacağı korkusu ile nimetlerden lezzet alamaz olur.
Hâlbuki insanın maliki kâinatın malikidir. O halde, insanın kendini koruması kâinatın korunmasıyla yakından alâkalıdır. Biz ne Güneş'in batmasına engel olabiliriz, ne de kendi hayatımızın son bulmasına. Ne semanın berrak yüzünün bulutlarla kararmasının önüne geçebiliriz, ne de sıhhatimizin hastalıklar ve musibetlerle sarsılmasına mani olabiliriz. Öyle ise her türlü korkudan kurtulmanın tek yolu “Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek”(3) nasihatine uymaktan geçiyor.
“Şu mağaza benim” diyen kişi o işyerinin korunmasını da üstlenmiş oluyor. Güvenlik kameraları yerleştirme, alarm sistemi kurma, kapıyı kilitleme gibi birçok tedbirleri alıyor.
Vücûdunu kendi mülkü vehmeden kimsenin de o vücûda hiçbir hastalık mikrobunun girmesine izin vermemesi, başının ağrımasına, kanının pıhtılaşmasına, belinin bükülmesine, saçlarının ağarmasına engel olması gerekir. Halbuki uygulama bunun aksini ispat ediyor. “Başım ağrıyor” diyen kişi, o başın kendi mülkü olmadığını da itiraf etmiş oluyor. Zira baş kendinin olsa ağrımasına izin vermez.
“Ben kendime malik değilim” diyen insan, ne bedenine, ne de ruhuna hakiki sahip olmadığını bilir ve bu emanetleri kendi nefsinin istekleri yönünde kullanamayacağının şuurundadır.
Öte yandan, bu bilgi insanı tevekküle götürür. Kendisini korumak içini gerekli sebeplere teşebbüs eder, ondan sonrasına karışmaz. Ve bu tevekkül onu hem dünya hem de ahiret saadetine ulaştırır.
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dareyni iktiza eder.”(4)
Dersin devamında; “…şükür, nimette in'amı görmek demektir” buyuruluyor ve daha sonra aynı mâna “…hamd, in'am şeceresini, nîmet semeresinde gösterir” cümlesiyle te’yid ediliyor.
İn’am; nimetin verilmesi, ihsan ve ikram edilmesi demektir. Bir meyvenin hususiyetlerini inceleyen insan, ondaki bu faydaların bir ihsan olduğunu, bunun ise ağaca verilemeyeceğini düşündüğünde nimetten in’ama geçmiş olur ve bu ikramın da Mün’im (nimetleri veren) isminin tecellisiyle olduğunu bilir. Yâni, meyve ağacı ne insanı tanır ne de onun görmesini, tad alma ve koku alma duygularını. O halde o meyveye göze hoş gelecek renklerin, dilin zevk alacağı bir tadın ve buruna hoş gelen güzel kokunun takılması, ancak Allah’ın bir ihsanı ve ikramıdır.
"Şükür, nimette in’âmı görmek demektir. İn’âmı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def’ eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün’im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın."
Şükür; nimet içinde nimetlendirme fiilini ve onun arkasında da nimeti vereni görebilmektir.
"Evet, nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun. Hem her eser-i Samedanî bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâl'in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen esmâ yoluyla müsemmayı bulursun." (Sözler)
Bir nimeti bu mânada değerlendiren insan, bu ikram ve ihsan mânalarını ne ağaca, ne toprağa veremeyeceğinden o nimette Rahmân olan Rabbinin iltifatını hisseder. Böylece nimetten in’ama geçer ve o nimetin hakiki sahibi ve yaratıcısı olan Mün’imi bulur.
“İn'am şeceresinin, nimet semeresinde gösterilmesi”, bize Üstad'ın esmâ ve sıfat-ı İlâhîyenin “bir şecere-i tûba-i nur olduğu” yönündeki irfan dersini hatırlatır. İlahî isimlerin tamamı nuranî bir ağaç olarak düşünüldüğü gibi, her bir isim ve fiil de yine bir "şecere-i tûba-i nur” olarak düşünülebilir. Nitekim burada in’am fiilinin bir ağaç olduğu bütün nimetlerin o ağaca takılı oldukları ders veriliyor.
Bir âlimin ilmi de manevî bir ağaçtır, yazdığı bütün kitaplar ise o ağacın meyveleridir. Keza, bir mimarın mimarlık sanatı da bir ağaç gibidir; yaptığı bütün eserler ise o ağacın meyveleridir.
Aynı şekilde, yeryüzüne serilen yahut gökyüzünü süsleyen ve her biri bir san’at mu’cizesi olan İlâhî eserleri tefekkür eden insan, onların taşıdığı derin mânaları, san’at inceliklerini ne ölü elementlere, ne de şuursuz sebeplere vermez, hepsini Allah’tan bilir; onları O’nun mahlûkları ve eserleri olarak değerlendirir. Böylece nakıştan mânaya geçerek esmâ tecellilerini okur ve Müsemma’yı, yani o isimlere sahip olan Allah’ı bilir ve tanır.
O nakışlarda evvela güzellik ve süslendirme nazara çarpıyorsa, nakıştan mânaya geçince Müzeyyin ismiyle Allah’ı bulur.
O nakışlarda kudret ve azamet hâkim görünüyorsa, Kâdir ve Azîm isimleriyle Allah’ı bulur.
Nakışlarda nuraniyet ve temizlik hâkim ise Münevvir ve Kuddüs isimleriyle Allah’ı bulur.
Büyüklük ve yükseklik öncelikle dikkati çekiyorsa Kebir ve Müteâl isimleriyle Allah’ı bulur.
Üstad Hazretleri “nimet” mefhumunu, sadece midenin ihtiyaçlarına hasretmez. Mide doymak istediği gibi, akıl, kalb ve bütün duygular da tatmin olmak isterler. Bunların tüm ihtiyaçları “nimet”, onların verilmesi “in’am” , bunları ihsan eden ise “Mün’im”dir.
Nimet içinde nimeti veren bilinir ise, nimetin gelip geçici olması insanı kederlendirip hüzne gark etmez. Çünkü nimetlerin hakiki sahibi olan Allah, giden nimetlerin yerini boş bırakmaz; misliyle doldurur ve sürekli tazelenen nimetlerden de ayrıca bir lezzet alınır.
İmandan ve şükürden uzak bir adam için dünya nimetleri rastgeledir, yani tesadüfîdir. Bu yüzden, her bir nimetin kaybolup gitmesi ona acı ve hüzün verir. Bu vaziyette olan birisi için nimetleri terk etmek daha evladır. Yani bir lokma tadıp ardından on tokat yemektense, o tadımı terk etmek daha mantıklı bir davranış olacaktır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.
(2) bk. age., Katre.
(3) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.
(4) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü