"Öldüren vurmasaydı, ölen ölür müydü?" sorusuna Üstadımız "Meçhul" diye cevap veriyor. Diyanetin site ve ilmihalinde ise "Ölürdü." deniyor. Ne dersiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Ehl-i sünnet bilginlerine göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar gibi eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu andır. Şayet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veya bir başka biçimde ölecekti. Bu hususu belirleyen ilahi iradedir. Şu halde katil o kişiyi öldürmekle onun ecelini öne almış değildir."
"Katilin cezayı hak etmesinin sebebi de Allah'ın '...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.' (En'âm, 6/151) buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi, kul olarak kendine verilen gücü kullanma hususunda dinin haram kıldığı bir davranışı isteme ve yapma yönünde seçimini yapmış olmasıdır. Onun bu seçimi üzerine de sünnetullah diye ifade edilen tabiat kanunlarına göre Allah, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. Allah'ın bu durumu ezelî ilmiyle biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez."(1)
Burada bahis ecel mefhumu üzerinedir. Allah her mahlûk için bir ecel tayin etmiştir ki, kimse bunu uzatıp kısaltamaz. Bir katil, birisini öldürmekle onun takdir edilmiş hayatını kısaltmış olmuyor, o katil onu öldürmekten vazgeçmekle de maktulün ömrünü uzatmış olmuyor. Sebep olsa da olmasa da Allah her canlı için bir ecel tayin etmiştir ve hiçbir sebep bu tayini bozamaz. Genel manada olan bu ecel kanunu Cebriye mezhebinin görüşünü desteklemiyor. Katilin elinden kurtulan bir maktul, elbette başka bir sebebin eliyle ölecektir. Öldürülmekten kurtuldu diye ebedî yaşayacak değildir. Dolayısı ile Diyanet'in bu ifadeleri ile Üstad Hazretlerinin ifadeleri arasında bir tezat bulunmuyor. Diyanet ecel konusunu anlatırken, Üstad Hazretleri kaderin ince ve derin bir noktasını izah ediyor.
Cebriye mezhebi, insan iradesini inkâr ettiği için, cinayet fiilini tamamı ile kadere yüklüyor. “İnsan irade etse de etmese de bu cinayeti işleyecekti.” diyor. “Sebep ortadan kalksa da cinayet yine olacaktı.” deyip insanı cebire mahkûm ediyor.
Mutezile mezhebi ise, insan iradesini tam muktedir gördüğü için, “Sebep olmasaydı, cinayet de vuku bulmazdı.” diyerek kaderi inkâr ediyor. Yani her iki batıl mezhep de insanın bilmesinin mümkün olmadığı gaybi şeyler hakkında fikir yürütüyor.
Hâlbuki Ehl-i sünnet ne kaderi inkâr ediyor ne de insan iradesini yok sayıyor. Bu gibi hadiselerde hem kaderin hem de insan iradesinin bir hissesinin olduğunu ifade ediyor. “Sebebin olmadığı bir durumda insanın netice hakkında bir bilgi sahibi olamayacağını” ifade ederek en makul fikri ortaya koyuyor. Çünkü "Ecel tektir, değişmez." hükmü umumi bir hükümdür, kaderin bilinmesi mânâsına gelmez. Kadere, yani Allah’ın takdirine ancak hadiseler vuku bulduktan sonra vakıf olabiliriz. Diğer iki batıl mezhep ise kader vuku bulmadan, yani Allah’ın takdiri gerçekleşmeden fikir yürütüyorlar.
Mesela, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebeptir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir. Cebriye, sebeple müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yani ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için; “Mademki, onun kaderi dünyaya gelmektir; ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi.”, gibi batıl bir fikre sapmaktadır. Mutezile ise sebeplere tesir vererek, “Ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi.”, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.
Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeple müsebbebe bir baktığını ve sebeplerin yokluğu farz edildiğinde, müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifade etmişlerdir. Yani, yukarıdaki misal için, “Eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?” sorusuna Ehl-i sünnet âlimlerinin cevabı, “Ne olacağı bizce meçhuldür.” şeklindedir. Zira ortada bir vak’a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farz edilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk’ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.
Diğer bir misâl: Birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farz ediniz. Bunlardan birisi, Mûtezile görüşüne uygun olarak, “Buraya gelmeseydik görüşemezdik.” dese, diğeri ise Cebriye görüşü istikametinde, “Kaderde, görüşmemiz yazılmıştır. Buraya gelmeseydik de görüşürdük.” dese, her iki ifade de hatalıdır, batıldır. Ortada bir buluşma vardır ve bu hadise daha meydana gelmeden, Cenâb-ı Hakk’ın malumudur. O halde kader, söz konusu iki kişinin o mekânda ve o zamanda buluşmalarıdır. Onların Ankara’ya gitmemeleri farzedildiğinde, bir başka yerde buluşup buluşamayacakları hususunda hiçbir şey söylenemez.
İşte, bu iki misal gibi, bir adamın ateş etmesiyle birinin ölmesi hadisesinde de kader sebeple müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hadisesi vardır ve bu hadise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, “birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi” şeklindedir. Adamın ateş etmediği farz edilince, mevcut hadisenin bir tarafı, yâni sebep yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez.
Öldürme olayında katilin kabahati Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebep olmasıdır. Bu teşebbüs de insanın iradesinden çıktığı için, mesuliyet tamamen ona aittir.
1) bk. TDV. İslam İlmihali, I. Cilt, İman Esasları, Kaza ve Kadere İman, Ecel.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü