"Perde-i gayb açılsa, yakînim ziyadeleşmiyecek" sözü, imanın artıp eksilmeyeceğine delil olabilir mi? İmandaki derecât ve mertebeler, sadece tasavvufî midir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İmanın hadsiz mertebe ve dereceleri vardır. Gerek Kur’anda, gerek hadislerde imanın kuvvet noktasından çok mertebe ve derecelerinin olduğu ifade edilmektedir.

Ehlisünnet âlimlerine göre imanda artma veya azalma olmaz. İmanın şartı altıdır, bunda artma veya azalma olamaz, yani ne beşe iner, ne de yediye çıkar.

İmam-ı Azam bu hususta şöyle buyurmuştur: “İman ne artar ne de azalır. Çünkü imanın artması, küfrün azalmasını; imanın azalması ise küfrün artması şeklinde anlaşılır. Bu ise bir şahsın hem mü’min hem de kâfir olmasını gerektirir. Bu hüküm batıldır, geçersizdir. Çünkü bir mü’min hakikaten mü’mindir ve mü’minin de imanında şüphe yoktur. Nitekim kâfirin de küfründe tereddüdü yoktur.”

İmanda artma ve azalma olmamakla birlikte imanın daha kuvvetli ve daha zayıf olması söz konusudur. İmanın keyfiyet olarak zerreden güneşe kadar dereceleri vardır. Mesela, mum bir ışıktır, ancak az bir rüzgâr ile sönebilir, yani ışığı devamlı değildir. El feneri de bir ışıktır, o da pili bitince söner. Kullandığımız elektrik de bir ışıktır, sigortanın atmasıyla o da söner. İman güneş gibi olmalıdır ki, ne rüzgârla, ne de sigorta atmasıyla sönmesin.

Aynı şekilde mahiyet itibariyle bir damla da sudur, okyanus da. Habib-i Kibriya Efendimiz (sav.) imanı bir okyanus ise, bir mürşidin imanı bir nehir, başka bir mü’minin ki de bir katre kadardır. İman ancak marifet, ibadet ve tefekkür ile kuvvetlenir ve sönmez bir güneş olur. Zira imanın zerreden güneşe kadar dereceleri vardır.

“İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil, bir çekirdekten tâ bir büyük hurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir Esma-i İlahiyye ve sair erkân-ı kâinat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki, bütün ilimlerin ve marifetin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

İmanın artması için amelin imandan bir cüz’ olması yani imandan bir parça olması lazım gelir. Şayet öyle olsaydı ibadet, itaat, hayır ve hasenat arttıkça iman da artar; bunlar azaldıkça veya yapılmadığı zaman iman azalırdı. O zaman hiçbir ibadet yapmayanın imanı da yok olurdu. Zira bir parçada artış olursa, bütünde de artış olur, azalma olduğunda bütünde de olur.

İman imandır, bütündür, tektir ve şüpheden uzaktır. Şüphe veya eksiklik (eksilme) varsa iman yoktur. Ancak iman zayıflayıp kuvvetlenebilir. Kuvvetlendikçe amel ibadet zorluğu kalkar. Zayıfladıkça ibadet takva noksanlaşır. Ayet-i kerimelerde geçen artma eksilme ifadelerini de kuvvetlenme zayıflama olarak anlamak lazımdır.”

İmanın artmadığına ve eksilmediğine dair imam Ebu Hanife, “el-Vasiyye” adlı risalesinde şu mantıklı izahı yapar: “İman artmaz, eksilmez. Çünkü imanın artması ancak küfrün noksanlaşması ile imanın eksilmesi de ancak küfrün artması ile düşünülebilir. Bir şahsın aynı anda hem mü’min hem de kâfir olması batıl bir düşünce şeklidir.”

Bu izahlardan da anlaşılacağı gibi imanın kemiyet olarak, yani tasdik edilen şeylerin ve tasdikin hakikati itibariyle artması ve eksilmesinin imkânsız olduğu anlaşılmaktadır. Zira iman esaslarından birini kabul etmeme durumunda, iman gerçekleşmemektedir. Fakat imanın keyfiyet olarak yani kuvvetli, zayıf ve kâmil olması, ifade ettiği yakin derecelerinin “ilme’l-yakin, ayne’l-yakin hakka’l-yakin” gibi değişik olması neticesi farklılık arz ettiği bir hakikattir. Ali el-Kari’nin; dediği gibi inananların imanlarının farklı oluşu, aynı varlığa bakan değişik gözlerin o varlık hakkındaki görüşlerinin farklı oluşu gibidir. (Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/458-462)

“Hakiki mü’minler ancak o mü’minlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, ayetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal Suresi, 8/2

Müfessirler, bu ayette zikredilen ‘ziyade’ kelimesini yakîn (ilmin ve aşkın artması) ile tefsir etmişlerdir. Bir de o, ilk devirde olan bir hâdisedir. Çünkü Kur’an ayetleri nazil oldukça birer birer, hepsine ayrı ayrı inanılmaktaydı. Onun için herkesin imanı da artmaktaydı. Fakat elhamdülillah şimdi Kur’an’dan nazil olacak bir şey kalmadı. Kur’an tamam oldu. Bundan sonra, imanda artacak bir şey kalmadığına göre mü’minin ancak yakîni artar ve yakîni arttıkça da imanı, kesb-i kuvvet eder (kuvvet kazanır).

Muhtelif ayetlerde geçen: "İmanları artar" ifadesi ile

“Ümmetimin imanı bir kefeye, Ebu Bekir’in imanı bir kefeye konulsa, Ebu Bekir’in imanı ağır basar.”(1)

"İmanınızı lailaheillallah ile yenileyiniz.”(2)

Gibi hadis-i şerifler buna misal teşkil ederler.

Ehl-i sünnet alimleri de bu hususta ittifak etmişlerdir.

Kaldı ki, Risale-i Nur'un birçok yerinde, imanın derceleri, taklitten tahkike çevirmenin lüzumu anlatılır.

Hazret-i Ali’nin, “Gayb perdesi açılsa, imanım ziyadeleşmeyecek” ifadesinin imanın son mertebesine inanmıştır, şeklinde anlamak doğru değildir. Zira mi’raca çıkan Hazret-i Peygamber (asm)'in dahi: “Ben seni (Allah'ı) hakkıyla tanıyamadım” buyurması buna delildir.

Dolayısı ile bu ifadenin başka bir mânası olduğu anlaşılmaktadır. Bunun ne olduğunu anlamak için de Risalelerde geçen bir misali burada tekrar etmek istiyoruz:

"Meselâ, bir denizde hesabsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir defînenin bulunduğunu farz edelim. Gavvâs dalgıçlar, o defînenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki, bütün hazîne uzun direk gibi bir elmastan ibârettir. Arkadaşlarından, başka cevâhiri işittiği vakit, hayal eder ki, o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusûs ve nukuşlarıdır."

"Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer, başkası murabbâ bir kehribar bulur ve hâkezâ, her biri, eliyle gördüğü cevheri o hazînenin aslı ve mu'zâmı itikad edip, işittiklerini o hazînenin zevâid ve teferruâtı zanneder. O vakit hakâikın muvâzenesi bozulur, tenâsüb de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır; hattâ, bâzan inkâr ve ta'tîle kadar giderler. Hükemâ-i İşrâkiyyunun kitaplarına ve Sünnetin mîzanıyla tartmayıp keşfiyât ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder."

"Demek, hakâik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde (çünkü Kur'ân değiller) böyle nâkıs geliyor."

"Bahr-i hakâik olan Kur'ân'ın âyetleri dahi o deniz içindeki defînenin bir gavvâsıdır. Lâkin, onların gözleri açık; defîneyi ihâta eder, defînede ne var ne yok görür. O defîneyi öyle bir tenâsüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyân eder ki, hakiki hüsn-ü cemâli gösterir."

"Bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imâniyenin her birisini tafsîlen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvâzenesini muhâfaza edip, tenâsübünü idâme edip, o hakâikın heyet-i mecmûasının tenâsübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur'ân'ın bir i'câz-ı mânevîsi neş'et eder."

"İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i kelâm, Kur'ân'ın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imâniyeye dâir binler eser yazdıkları halde, Mûtezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kur'ân'ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve katî ispat ve ciddî iknâ edememişler.Âdetâ, onlar uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbâb ile gidip, orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü'l-Vücudu ispat ederler."

"Âyet-i kerîme ise, her birisi birer asâ-i Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, her şeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur'ân'ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre Risâlesinde ve sâir Sözlerde şu hakikat, fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz."

"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."(3)

İşte, Hazret-i Ali’nin “yakinim ziyadeleşmeyecek” dediği husus, Kur’anın bahsettiği imanın, olduğu gibi, kabul edilmesidir. Ne, sadece aklı esas alan ilm-i kelam âlimlerinin bakışı ve ne de yalnız kalben hareket eden mutasavvıfın bakışıdır.

Kısacası Hazret-i Ali, iman edilmesi gereken her şeye tam ve eksiksiz iman etmiş ve o hakikatlere yakini tam olmuştur. Yani, iman edilen hakikate ne kadar iman ettiği değil, o hakikati nasıl bildiği kast edilmiştir.

Dipnotlar:

(1) bk. Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/298-Şamile.
(2) bk. Müsned , II/359; et-Terğib ve't- Terhib, II/ 415.
(3) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz Üçüncü Şule.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 6.962
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...