Sebeplerin perde olup işi kudret-i Samedaniyenin icra etmesini ve her işin bir mülk bir de melekût cihetinin olduğunu; aynanın parlak ve mülevven yüzleri ile birlikte izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Birinci nükte içinde bir ihtar"
"Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir."
"Demek esbab vaz’edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira âyinenin iki vechi gibi her şeyin bir 'mülk' ciheti var ki âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri 'melekût'tur ki âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafî değildir. Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur."
"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latîf suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:"
"Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: 'Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.' Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: 'Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.'"
"İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir. Öyle de Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir."
"Evet, izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden."(1)
Üstad Hazretleri bir dersinde sebepleri “bir padişahın kıymettar hediyesini bize getiren miskin adama” benzetir. Padişah o hediyeyi bizzat kendisi getirip bize vermez; o makamın izzeti, perdeli iş görmeyi gerektirir. Ama biz padişahın hediyesini o hizmetçi adamın eliyle aldığımızda çok iyi biliriz ki, bu hediye bu adamın kendi malı değildir.
Zahirde hediyeyi veren miskin adamdır, hakikatte ise padişah.
Bir perdenin arkasından bize bir hediye uzatılsa, çok iyi biliriz ki hediyeyi veren o perde değildir.
Bir başka risalede ise ağaçlar tablacıya benzetilir. Bir tabla içerisinde bize ikram edilen bir nimeti, o tablanın bir ihsanı olarak kabul edemeyiz ve o nimetleri ona yerleştirip bize gönderen ikram sahibine şükrederiz.
Bütün sebepler bir miskin adam yahut üzerine nimetlerin dizildiği birer tabla gibidir.
Güneşe ziya yerleştiren kudret, ağacı meyve fabrikası haline getirmiş, denizi balık üreten muhteşem bir çiftliğe çevirmiştir. Ne ışık Güneş'in eseridir; ne meyve ağacın malıdır ne de balıklar denizin hüneridirler. Bunların hepsi birer perdedirler ve “iş gören kudret-i Samedaniyedir.”
Bilindiği gibi, Samed ismi, “kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu Zat” demektir.
Meyve ve ağaç misali üzerinde konuşacak olursak, meyveyi ağaç yapamaz, zira ağaç çok şeylere muhtaçtır. Her şeyden önce, mevsime muhtaçtır; mevsimi gelmeden meyvesini veremez. Mevsimin gelmesi için de dünyayı Güneş etrafında döndürecek bir kudrete muhtaçtır. O halde meyveyi yapan, ağaç değil, mevsimi getiren Zat’tır.
Keza, ağaç yağmura da muhtaçtır. Yağmur için güneşin denizi buharlaştırması, rüzgârın o bulutları taşıyıp ağacın imdadına yetiştirmesi gerekir. O halde meyveyi yapan ağaç değil; güneşi, denizi ve rüzgârı emrinde çalıştıran kudretin sahibidir.
Kısacası, meyvenin meydana gelmesi için bütün bir kâinatın birlikte çalışması gerekir. Meyveyi yapan ağaç değil, kâinatı sevk ve idare eden “kudret-i Samedâniyedir.”
Kaldı ki, o ağacın kendisi de bütün bir kâinattan süzülmüş bir kudret mucizesidir. O halde, meyveyi yapan ancak ağacı yapan kudretin sahibidir. O kudret-i Samedâniye, kendini ağaç perdesinde göstermiş ve yine o kudret meyveleri o perdenin arkasında insanlara ikram edilmiştir.
Bir insan, kendi başındaki saçları yapamazken, ağacın meyve, toprağın ağaç yaptığını nasıl iddia edebilir?!.
Ve yine insan, kendi kanında yüzen al ve akyuvarları yapmaktan aciz iken, balıkları denizin yaptığına nasıl inanılabilir?!.
Hiç kimse ve hiçbir şey hakiki manada bir şey yapıyor değiller, zira herkesi ve her şeyi Allah yarattığı gibi, bazı şeyleri de sebeplerin eliyle yine o yaratıyor.
Sebeplerin perde olmasının bir yönü de sinema perdeleri gibi birçok ilahi icraatın onlarda sergilenmesi ve seyredilmesidir.
Cenab-ı Hakk’ın bütün esması ve sıfatları nuranî olduğundan, o isim ve sıfatların manevi güzellikleri ancak “esbab perdesinde” kendini gösterir.
Kudret manevi bir kemaldir. Bu kemal, sayısız yıldızların birlikte sevk ve idare edilmelerinde seyredilir.
Rızık verici olmak ayrı bir kemaldir; bu kemal ise yeryüzü sofrasında dizilen hadsiz nimetlerde görünür.
O halde, sema âlemi bir perde gibidir; onda ilahi kudret seyredilir. Zemin ayrı bir perdedir; onda da ilahi rahmet kendini gösterir. Ama çok iyi biliriz ki, perdeler iş görmezler, ancak onlarda iş görülür.
Bir kitap da kâtibin ilmini gösteren bir perde gibidir, ama çok iyi biliriz ki, o kitap âlim değildir, ancak ilim o perdede kendini seyrettirmektedir.
“Zira âyinenin iki vechi gibi, her şeyin bir ‘mülk’ ciheti var ki, aynanın mülevven yüzüne benzer, muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri ‘melekût’dur ki, aynanın parlak yüzüne benzer.”
Mesnevi-i Nuriye’de “Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.” buyruluyor.
Sebepler ancak eşyanın dış yüzlerinde, yani mülk cihetinde bir vazife yaparlar; melekutiyet cihetine, yani eşyanın ve hadiselerin içyüzüne karışamazlar. Bir yazının melekûtu onda kendini gösteren ilimdir. Kâğıt ve kalem yazının görünmesine birer sebep, birer vasıta ve birer perdedirler; bunlar sadece mülk cihetinde iş görürler, yazının melekût ciheti olan ilme el uzatamazlar.
Hadiselerin de mülk ve melekût cihetleri vardır. Hastalığın mülk ciheti kederler, acılar, ıstıraplardır. Sebepler o hastalığa perde olurlar ve hastanın şikâyetleri o sebeplere gider. Böylece insan, sabırsızlık gösterip isyan yoluna girmekten kurtulur. Hastalığın melekûtu ise, çekilen acıların günahlara kefaret olması ve sabretmek şartıyla hastaya büyük mükâfatlar kazandırmasıdır. Hastalığa sebep olan mikropların bu büyük neticede bir hisseleri olamaz.
Mahlukatın ve hadisatın melekût ciheti, onlarda tecelli eden ilahi isimler ve sıfatlardır.
“Hem her eser-i Samedanî bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâl’in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen esma yoluyla müsemmayı bulursun.”(2)
Nakış, eşyanın mülk cihetidir; mâna ise melekût ciheti. Bir meyvenin de taşıdığı özellikler birer nakış gibidir. Mana ise onda tecelli eden Münim ismi, Rezzak ismi, Kerîm ismidir.
Bu isimlerde sebeplerin hiçbir hissesi yoktur. Yani sebepler nimet verici, rızık verici, ikram edici olmaktan çok uzaktırlar. Cenab-ı Hak bir meyve ağacını bir tezgâh olarak planlamış ve yaratmış, ondan meyveler çıkararak esmasını tecelli ettirmiştir. Ancak, kuraklık, soğuk gibi herhangi bir sebeple ağaçlar meyve vermediklerinde, bu hadiseler birer perde vazifesi yaparlar ve şikâyetler o sebeplere gider.
Aynanın iki vechi:
Mülevven, aynanın siyah tarafıdır ve hakikatte eşyanın mülk yüzünü temsil eder. Aynanın parlak yüzü ise, eşyanın melekût yani iç yüzünü temsil eder.
Üstadımız'ın da ifade ettiği gibi, her şeyin dışına mülk içine melekût denilir. Buna göre yumurtanın kabuğu mülk, içi melekûttur. İnsanın şu görünen şekli mülk, iç organları melekût olur.
Bu tabirler hadiseler için de kullanılır. Onların görünen halleri mülk, onların arkasında saklı olan hikmet yönleri ise melekût olur. Bizler normalde eşya ve hadiselerin bize bakan mülk cihetini görüyoruz; melekût cihetini ise akılla ve iman nuru ile görebiliriz.
Aynanın renkli yüzü çok farklı renklerde olabilir. Fakat bu farklılık parlak yüzü etkilemez, hatta bazen ona kuvvet verir. Arka yüzünü ne kadar koyulaştırsak ön yüz o derece parlak görünür. Onun gibi hadiselerin de iki yüzü vardır. Bize bakan yüzü aynanın renkli kısmına benzer. Allah'a bakan yüzü ise aynanın şeffaf yüzü gibidir. Daima parlaktır.
Mesela; hastalık, ölüm gibi hadiseler insana bakan yüzü ile karanlık görülebilir. Fakat Allah'a bakan yüzünde hiçbir karanlık söz konusu değildir. Sıhhat rahmet olduğu gibi, hastalık da günahlara kefaret olması itibariyle rahmettir. Hayat rahmet olduğu gibi ölüm de dünyadan daha güzel bir aleme gitmeye vesile olduğu için rahmettir.
Biz aynaya ön cihetinden bakarız, arkadaki renklerle pek alakadar olmayız, hâlbuki aynayı parlatan arkadaki o renklerdir.
Üstadımızın ayna misalini hakikate tatbik ederken, önce aynanın arka yüzüne nazar edeceğiz. Arka yüz, eşya ve hadiselerin bizim muhatap olduğumuz cihetleridir. Onların arkasında saklı güzellikleri göremeyince, hemen itiraz yahut şikâyet yolunu tutmayalım diye sebepler yaratılmıştır. Üstad Hazretleri, bu meseleye çok güzel bir misal olarak Azrail aleyhisselâmın ruhları kabzetmesini verir.
Ölüm, iman ehli için bu dünyadan daha güzel bir âleme göç etmektir. Bu, ölümün melekût cihetidir. Bu güzelliğin ortaya çıkmasında Azrail aleyhisselam vazife yapmaktadır. Onun vazifesi de bir perdedir, ölümün hakiki güzelliği Cenab-ı Hakk’ın Mümit (ölümü veren) isminin güzelliğidir. Bu güzellik aynanın arka yüzünde saklıdır; insanlar ise ön yüze muhatap oluyor ve ölümü bu dünyadan ayrılmak, bütün sevdiklerini terk etmek olarak görüyorlar.
İnsanlar ölümün dış yüzünü sevmedikleri ve ölümden üzüntü duydukları için, bu güzel ayrılığa hastalıklar ve musibetler perde olmuşlardır.
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.
2) bk. age., On Yedinci Söz, İkinci Makam.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
temsil-i manevi ve lisan-ı hikmet denildiğinde nasıl anlamalıyız. Bu hadis mi, hadis-i kudsi mi? Bir nur talebesi olmayan birine hadis ilmi ile nasıl alakalandıra biliriz?
Temsil-i manevi ve lisan-ı hikmet denildiğinde bir şeyin hal dili ile ifade ettiği mana ve hakikat anlaşılır. O şeyin aslen olması gerekmiyor aslı olmasada hali durumu o gerçeği ifade ediyor.
Yani Azrail (as) ile Allah arasında öyle bir muhavere geçmemiş olsa bile ölüm ile sebeplerin durumu o muhaverenin manasını ve doğruluğunu ifade etmekte yeterlidir.
Bu rivayet İsmail Hakkı Bursevi’nin “Ruhu’l Beyan” tefsirinde (VII, 114) geçmektedir. Yine İmam Suyûtî Hazretleri “Ed-Dürrü’l-Mensur” isimli tefsirinde bu hadiseyi şu senet ve metinle nakleder:
İbni Ebi’d-Dünya ve Merûzî’nin “Cenâiz” bölümünde; keza Ebu’ş-Şeyh, Cabir b. Zeyd’den ve Ebu Naim “Hilyetü-l Evliya”da A’meş’ten nakleder ki:
Daha önceleri Azrail (a.s.) açıkça görünür bir şekilde insana gelir ve dermiş ki: “Hazır ol! Senin ruhunu alacağım.” İnsanlar ölümü bu şekilde Azrail (a.s.)’dan bildikleri için ona buğzeder ve küserlerdi. Azrail (a.s.) bu durumu Allah’a şikâyet etti. Allah onun duasını kabul etti. Azrail’i ve ölümü gizledi. Ölümle Hz. Azrail arasına hastalıkları koydu. (Ed-Dürrü’l-Mensur, V, 173-174)