"Sizi her sabah yanımda tasavvur edip, kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü size veriyorum." Nurani şeylerde tecezzi ve inkısam yok ise; neden sevapların tümü değil? Biz de bağışlayabilir miyiz?
Değerli Kardeşimiz;
Bu konuyla alakalı olarak evvela bilinmesi gereken,
“Doğrusu insan için ancak çalışmasının karşılığı vardır." (Necm, 53/39)
ayetidir. Bu ayet insanın tek hakkının yaptıkları olduğunu ifade ediyor. Fakat diğer taraftan, Kur’an’da peygamberlerin şefaatı, meleklerin insanlar için istiğfarı, dirilerin ölüler için duaları ve sadakaları gibi, insanın kendi ameli olmadığı hâlde faydalanabileceği sayısız şeylerden bahsediliyor. Bu ikisi arasında bir zıtlık varmış gibi görünüyor.
Bu zıtlık adalet-hak ile fazl-lütuf mefhumlarını anlamakla halledilir. Şöyle ki;
İnsan sadece yapıp ettiklerinden bir hak talep edebilir. (İnsanın elinde kesbten -cüz’î iradesi ile azmettiklerinden- başka bir şey olmadığı da hesaba katılmalı). Bu adalettir. Fakat başkalarının yapıp-ettiklerinden faydalanmak ise fazl-lütuf manasına girer. İnsan burada hiçbir hak talebinde bulunamaz.
“...Allah dilediğine kat kat verir...” (bk. Bakara, 2/261)
ayeti, Allah’ın rızasına mahzar olan amellerin sadece kendi karşılığını değil, onun lütuf ve keremi olarak kat kat mükâfatlandırılacağını beyan etmektedir.
İnsan kendisinin hakkı olan bir şeyi başkasına bağışlayabilir. Tabii bu yine ilahi izne bağlıdır; muhatabın hak edip etmediği de önemli. Bu, imanı olmayan hakkında imkânsızdır. Diğerleri de saffet ve ihlaslarına göre derecelendirilir.
Bütün bunlara bakarak Üstad'ın da okuduğu virdlerin sevabını bir dostuna bağışlamasında garipsenecek bir durum yoktur. Üstad’ın burada teşekkür makamında tebrik ve tebcil makamında söylendiği bellidir. Dolayısıyla “elimden gelse”, “mümkün olsa” şeklinde bir kaydı ihtiva ediyor olmalı. Üstad'ın elini öpüp hayır duasını almak için uzak yerlerden kalkıp, hapsi de göze alıp gelenler için azim bir iltifattır.
Bu hak ve lütuf ayrımı için olsa gerek, Üstad “kazancımın bir sülüsünü (üçte birini)” ifadesini kullanıyor. Hakkım olan kısmından demek istemektedir. Bu kısım sınırlı olduğu için (ya da mütevazı yaklaşımı ile öyle gördüğünden) bir kısmını da kendine ayırıyor.
Yoksa konuya fazl ve lütuf açısından bakarsak; Cenab-ı Hak kemal-i kereminden o kazancın sahibinin sevabından bir şey eksiltmeden dua edilen şahsın defterine de işlemektedir.
Sevap bağışlama ile makam bağışlama farklı şeylerdir. Sevap bağışlanabilir, ama makam bağışlanamaz; makam ancak kişinin kendi çaba ve gayreti ile elde edebileceği bir şeydir.
Mesela, bir evliya talebesine ya da muhtaç bir kardeşine sevap bağışlayabilir, ama "Al sana evliyalık veriyorum." diyemez. Bu iki şeyi birbiri ile karıştırmamak gerekir.
Üstad Hazretleri kazandığı sevaplardan tabelelerine bağışlar, ama makamını bağışlayamaz. Dolayısı ile hiç kimse sevap bağışı ile onun makamına erişemez.
Ayrıca sevap nurani olduğu için, bağışlamakla azalmaz. Yani birisi birisine sevap bağışladığı zaman, kendi sevap hanesinden bir şey eksilmiş olmuyor. Aslında "sevap bağışlama" denilen şey, Allah’ın hazinesinden onlara, onun vesilesi ile ikramda bulunması demektir.
Nurani şeylerin kendinde değil, tevziinde bir dağılma ve parçalanma olmaz. Yoksa nurani şeylerde de kısımlara ayrılma olabilir.
İnsanın, ömrü boyunca manevi mahzeninde birçok sevap birikmiştir. Bu mahzene gelen sevapların bir kısmı zekâttan, bir kısmı namazdan, bir kısmı oruçtan, bir kısmı güzel ahlaktan, bir kısmı cihattan, vs gelir. Bu da gösteriyor ki sevabları bir bütün olarak ve tek bir parça olarak düşünmek yanlış olur.
Allah, mahşerde insanın amellerini tartarken, hem keyfiyet hem de kemiyet olarak tartacak. Bu da isbat eder ki, sevablar, hem kısım kısımdır hem de kemiyetlidir. İşte sevap sahibi kişi, bu sevapların bir kısmını dostlarına hediye olarak dağıtır. Sevap hanesinden biri çıktı diye hepsinin çıkması gerekmez.
Bir hatibin ağzından çıkan sözün, bir kişinin kulağına girmesi ile bin kişinin kulağına girmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Aynı lambadan herkes istifade eder. Yüz ile bin fark etmez. Kişi sayısının fazla olması lambanın ışığını azaltmaz. Cemaatle kılınan namazlarda da her mümine yirmi yedi kat sevap verilir.
Aynı şekilde okuduğumuz bir fatihanın veya Yasin-i Şerifin ya da hatm-i şerifin sevabını bir kişiye bağışlamamızla bin kişiye bağışlamamız arasında hiçbir fark yoktur. Onlardan hasıl olan sevap, bölünmeden bağışladığımız her kişinin ruhuna ulaşır. Zira ışık ve sevap gibi nurani ve latif şeylerde bölünme yoktur. Nitekim radyodan ve televizyondan okunan bir hatimden milyonlarca kişi aynı anda istifade etmektedir.
Okunan bir Fâtiha'nın veya Yasin'in bütün ölülerin ruhuna aynı şekilde hiç eksilmeden nasıl ulaştığını Üstad Hazretleri şöyle ifade ediyor:
"Fâtır-ı Hakim nasıl ki, unsur-u havayı; kelimelerin, berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (asm.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de okunan bir Fatiha dahi, mesela, umum ehl-i imanın emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevi âlemde, manevi havada çok manevi elektrikleri, manevi radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor."
"Hem nasıl ki, bir lamba yansa, mukabilindeki binler aynaya, her birine tam bir lamba olur. Aynen öyle de Yasin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yasin-i Şerif düşer." (Şualar, Birinci Şua)
Bazı kimseler;
"...Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendinedir...” (Bakara, 2/286)
gibi bazı ayetleri delil göstererek, ölüye yapılan hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini iddia ederler.
Halbuki Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi, hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceği meselesinde ihtilaf etmişler ise de ölüye başkalarının yapacağı amellerin de fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair apaçık ayet ve hadisler vardır.
Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede, daha önce iman edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden müminleri methüsena etmiştir. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ onları övmezdi. Allah, kabre göçmüş olanlara dua etmemizi şöyle beyan buyuruyor:
"Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma." (Haşr, 59/10)
"Ey Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, anamı, babamı ve bütün müminleri bağışla!" (İbrahim, 14/41)
"Hem kendinin hem de erkek ve kadın müminlerin günahları için mağfiret dile." (Muhammed, 47/19)
Kaldı ki cenaze namazının kendisi de vefat eden için bir duadır. "Allah için namaza, meyyit veya meyyite için duaya..." diye niyet edilir. Eğer ölünün ruhuna faydası yoksa cenaze namazını kılmanın bir manası kalmaz.
Berzah âlemine göçmüş olan yakınlarımız devamlı olarak bizden manevi yardım beklemektedirler. Okuyup ruhlarına bağışladığımız, bir Fatiha, bir Yasin ve İhlas suresi onlara nefes aldırır, ruhlarını rahatlatır. Kabir o kadar çetin şartlarla iç içedir ki, en küçük bir manevi yardım dahi onun ruhunu serinletecektir. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurur:
"Ölen kimse kabrinin içinde boğulmak üzere olup da imdat isteyen kimse gibidir. Babasından yahut kardeşinden veya dostundan kendisine ulaşacak duayı beklemektedir. Nihayet dua kendisine ulaştığında bu duanın sevabı ona dünya ve dünyada bulunan her şeyden daha kıymetli olur. Muhakkak ki, hayatta olanların ölüler için hediyeleri dua ve istiğfardır." (Mişkatü’l-Mesabih, 1/723)
"Bir insan namaz, oruç Kur’an okumak, zikir, hac gibi işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir." (bk. Fethu’l-kadîr, 6/132; Reddu’l-Muhtar, 2/263)
Abdullah b. Mübarek ashabtan Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"Dirilerin amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de 'Allah’ım onu ondan geri çevir.' derler." (İbnu'l-Kayyim, s. 17; Suyûti, Büşra'l-Keîb, v. 147)
Kabir ehli, geride bıraktıkları akraba ve arkadaşlarının yaptıkları işlerden haberdar olup, iyi amellerinden ötürü sevinir, kötülüklerine de üzülürler.
"Kişi kabrinde kendinden sonra çocuğunun iyilikleri (salahı) ile müjdelenir." (Suyûtî, Şerhu's-Sudûr.)
Vefat edenlerin ruhlarına Kur'ân'dan nelerin okunması gerektiği hususunda Peygamber Efendimiz (asm.) şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
"Yasin, Kur'ân'ın kalbidir. Onu bir kimse okur ve Allah'tan âhiret saadeti dilerse, Allah onu mağfiret buyurur. Yasin'i ölülerinizin üzerine okuyunuz." (Müsned, 5/26)
"Kim babasının veya anasının veya bunlardan birisinin kabrini cuma günü ziyaret ederek orada Yasin suresini okursa, Allah kabir sahibini bağışlar." (İbni Mace Tercemesi, 4/274)
"Kim babasının veya anasının veya bunlardan birisinin kabrini cuma günü ziyaret ederek orada Yasin suresini okursa, Allah onu bağışlar." (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 1981, 16/468)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Hangi hikmete binaen ikide bir değil de üçte bir mesela? Üstad kendi hissesinden tamamen tecezzi olmaksızın verebilirdi, üçte bire indirgeme sebebi ne olabilir?
Bediüzzaman hazretleri gibi tasarruf sahibi insanlar, Allah indinde şefaat hakkına da sahiptirler. Bu tavassut, tevessül ve şefaat, ukbada olduğu gibi dünyada da caridir. Bu Cenab-ı Hakkın müeyyed min’indillah zevata Allah’ın bir bahşı ve lütfudur. Bu anlamdaki muhterem zevat, kendilerine nasip ve müyesser olan bu keremi ve lütfu kullanabilirler.
Üstadımızın sualdeki üçte birlik füyûzât, ibadât ve kazanımlarının izahı birkaç vecihle olabilir. Biz sadece risalelerden iktisaben iki mühim vechini ifade edebiliriz;
Birinci Vecih: Üstadımızın yaradılış gayesi, hizmette istihdamı ve tavzifi sadece ve sadece Allah’ın takdiri, inayeti ve mukadderatıdır. Yani Üstadımızın kendisinin ve davasının kazancı üzerinde şahsiyetine taalluk eden kısmı ve kullanımı üçte bir olup tasarrufu kendisine bırakılmış olabilir. Zira böyle bir davayı hamletmek, meşakkat ve imtihanına talip olmakta, mahiyeti itibari ile Üstadımızın niyeti, iradesi ve muradı da önemlidir. İşte bu kendi iradesine, niyetine ve muradına taalluk eden ve şahsını ilgilendiren füyûzât, ibadât ve kemâlâtı taksimde ve hediye etmede tasarruf sahibi olabilir. "Bir sülüsünü" derken muazzez üstadımız, bunu nazara vermiş olabilir.
O sülüsün diğer iki kısmı da, azamisi hukukullah olup Allah’a aittir. Orada tasarruf Cenab-ı Hakkın iradesine bakar. O sülüsün ikinci kısmı da, hukuku ibada, insanların kurtuluşuna ve umumun hakkına bakar. Burada da tasarruf sahibi üstad olamaz. O da Allah ve O’nun iradesine bakar.
Bu hükme bizi götüren ana amil, şer'i şerife göre bir insanın terekesi ve mirası üzerindeki yetkinin bir sülüs yani 3 te 1 olmasıdır. Bir insan hayatta iken bütün malına sahip olduğundan hepsini istediği yere verebilir. Oysa vefat etmiş birisinin bu mal üzerindeki yetkisi sadece bir sülüs, yani 3 te birdir.
İkinci Vecih: Üstadımızın davası ve o davayı ilgilendiren muhataplar ve camia üç kısımdır.
Birincisi; Dellal-ı Kur’an olma noktasında tebliğ hizmetine bakan bir dava ve bir muhatabiyet vardır. Muazzez üstadımızın üçte birlik füyûzât ve kemâlâtının kazancı o gruba bakar o alanla ilgilidir. Bunlar talebeler adı altında tebliğ hizmeti yapan Kur’an dellallarıdır.
İkincisi; Üstadımızın füyûzât ve ibadât vechesiyle alakadar ve o yönüyle temsil makamında olan, kardeşler diye tavsif edilen bir gruptur ki füyûzâtın üçte biri o alanı ve o muhatapları ilgilendirir.
Üçüncüsü; Üstadımızın şahsiyeti ile ilgili olup onun zatını, vasfını ve davasını sevip muhabbet edenlerdir ki; onlar da dostlar ve taraftarlardır. Üstadımızın kazanımlarının üçte birlik hakkı da onlara nasip olur, onlara gider.
İşte Üstadımızın; kendisinin ve şahs-ı manevisinin topyekûn kemâlâtının, faziletinin, takva ve ubudiyetinin üç kısma ayrılarak taksimi; muhataplar ve camia içerisinde bu şekilde tensip ve takdiri düşünülebilir.
Üstadımızın bu ifadeyi kullanırken yanındaki hazirûnun hangi kategoriye ve nasıl girdiğini bilemediğimizden müşahhas bir fazilet taksimi ve tevzii bize yakışık almaz. O durum, Allah’ın muradını ve Üstadımızın tensibini ilgilendirir.