"Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur. Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle rapt-ı kalb etmek lâzımken, bazan o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah'ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir."(1)

Muhabbet iki türlü olur. Birisi mâna-yı harfîdir ki, Allah namına ve hesabına mahlûkatı sevmektir. Her şeyi Allah’ın isim ve sıfatlarına bir ayna bir vasıta olmasından dolayı sever. Aslında sevdiği şey eşyanın kendisi ve zâtı değil eşyanın üstündeki parlayan İlahî isimler ve o isimlerin arkasında tasarruf eden Zât-ı İlahî'dir.

Üstad Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim;... Kelimelerden maksad: Mâna-yı harfî, mâna-yı ismî, niyet, nazardır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Bu varlık Âlemindeki eşyayı Allah namına, O’nun isimlerine ayna olma cihetiyle tefekkür etmek mâna-yı harfî, bu kudsî mânaları düşünmeksizin incelemek ise mâna-yı ismî iledir.

Kur’an-ı Kerimde hem göklerin ve yerin yaratılışına, hem de insanın ana rahminde geçirdiği safhalara sıkça dikkat çekilir. Her şey Allah’ın eseri, mahlûku, mülkü olarak takdim edilir ve insan, âlemin her köşesini bu şuurla tefekkür eder.

Kendi varlığını mâna-yı harfiyle değerlendiren insan “Bu hayat benim şahsî malım değil.” diyecek ve hayatını Allah’ın Muhyî (hayat verici) isminin bir cilvesi bilecektir.

Aynı şekilde, görmesini ve işitmesini de Basîr ve Semi’ isimlerinin tecellisi bilecektir.

Mesnevî-i Nuriye’den konuyla alâkalı bir başka ifade:

“Hiçbir şey, bir zerreye bile, mâna-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mâna-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur.”

Masdar; bir şeyin çıktığı, sudur ettiği yer demektir. Mazhar ise, o şeyin zahir olduğu, göründüğü, kendini gösterdiği mekândır.

Materyalistler ve tabiatçılar, masdar ile mazharı, bir başka ifadeyle sudur ile zuhuru birbirine karıştırıyor ve aldanıyorlar.

Bir aynada görünen yıldızlara iki şekilde nazar edilir: Birisi mâna-yı harfiyle.

Bu bakışta aynanın kendisinde ışık olmadığını ve ondaki ışıkların yıldızlardan geldiğini biliriz.

Diğeri ise mâna-yı ismîdir, mahlûkatı Allah’ın muhteşem bir eseri ve harika bir sanatı olduğu için değil, sadece nefse fayda veya lezzet verdiği için sevmektir. Bu çeşit sevgiler meşru değildirler; devamsız ve esassızdır. Zira bu tarz sevgi, saf ve katıksız değil, karşılıklı menfaat üzerine kurulmuştur.

Bu bakışta aynanın kendisinin ışık sahibi olduğu, ondaki yıldız görüntülerine de aynanın ışık verdiği kabul edilmiş olur.

İşte varlık âlemini Allah’ın isimlerinin aynası bilmek mâna-yı harfiyledir. O varlıkları kendilerine malik saymak, gördükleri vazifeleri kendi iradeleriyle yaptıklarını vehmetmek ise mâna-yı ismiyledir.

Buna göre, ağaçtaki meyveyi Allah’ın ikramı ve ihsanı bilen insan o meyveye mâna-yı harfiyle bakmış olur.

Ağaca mâna-yı ismiyle bakanlar ise meyveyi ağacın yaptığı vehmine kapılırlar.

Kulluğun esası acz, fark ve kusurunu anlayıp bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddes olan, nihayetsiz kudret sahibi, sonsuz gani olan Allah’a iltica etmek, dua ve niyaz ile O’nun kapısını çalmaktır. Tam bir mahviyet ile temellük davası gütmeden, her şeyimizde ve her şe'nimizde Allah’a dayanmak ve O’na tevekkül etmektir.

Acz; güç yetirememek, elinden gelmemek.

Fakr; muhtaç olmak.

Naks; noksanlık, kusur

Ubudiyetin ruhu ve esası kişinin aczini, fakrını ve naksını bilmesidir.

İnsanın Allah’a yaklaşmakta ve onu razı etmekteki en mühim vasfı, fıtratındaki nihayetsiz acizlik ve fakirlik yönüdür. İnsan bu nihayetsiz acizliği ile nihayetsiz kudrete rabt-ı kalb eder, yine nihayetsiz fakrı ile de nihayetsiz zenginlik ile irtibat kurar o zaman o nihayetsiz kudret ve gına, insanın nihayetsiz acizlik ve fakirliğine tam bir merhem ve tam bir ilaç olur. Nasıl bebeğin çaresiz ve zayıf hali anne ve babasını ona hizmetçi yapıyor ise, aynı şekilde insan da nihayetsiz acizliği ve fakirliği ile Allah’ın nihayetsiz kudret ve zenginliğini kendine cezb ediyor ve onun nazarında nazlı bir bebek gibi oluyor. İşte insan kibir ve benlik davası yerine bu acz ve fakr kanalını işletse, her şey ona itaatkâr olur.

Halbuki naz ve dava bu mânadaki bir ibadet ve ubudiyet ile tetabuk etmiyor, uyuşmuyor. Naz niyazın, dava da mahviyetin zıddıdır. Evet, nihayetsiz aciz ve fakir olan insanın, Allah’a karşı nazlanma ve davada bulunma hakkı bulunmuyor. İnsan Allah’a karşı ancak ve ancak niyaz ve mahviyet ile mükelleftir.

Naz, kelime olarak bir şeyi beğendirmek maksadıyla kendini ağırdan satmak demektir. Celb-i muhabbet için edilen nezaket, letafet ve zerafete de denir. Naz ıstılah olarak ise, tasavvufta bazı veli zâtların aşkın vermiş olduğu coşkun ve taşkın hallerine verilen bir isimdir. Üstad Hazretleri bu hususu şöyle ifade etmektedir:

"İşte ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Uluhiyete karşı secde etmeğe bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini arşa müsavi tutar, katre gibi makamını deniz gibi evliyanın makamatı ile iltibas eder; kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsız hodfüruşluğa ve birçok müşkülâta düşer."(2)

Bir kısım evliyalar Vedud isminin tecellisiyle bazen öyle bir noktaya varıyorlar ki, dillerinden (görünürde bizim edeb ölçülerimize uygun düşmeyen) bazı naz cümleleri dökülebiliyor. Üstad Hazretleri, “Senin hakkın naz değil, niyazdır.” buyurarak bu kapıyı kapatıyor. Müfrit evliyaların şatahatları buna misaldir.

Bu zatlar hâdidir, yani şahısları itibarı ile hidayet üzeredirler, lakin mühdi değildirler, yani sözleri ve eserleri noktasından başkalarına rehber olamazlar. Onlar bu gibi sözleri mazur bir halde söyledikleri için mes’ul olmuyorlar, onları taklit edenlerde o mazeret olmadığı için mes’ul olurlar. Bu yüzden bu zâtların bu hallerini taklit etmek caiz değildir. Onlar bu noktada hidayet rehberi olamazlar. Bu zâtlara bu zaviyeden bakmak gerekir.

Niyaz ise, her halükârda insanın Allah’a karşı sonsuz acizliğini ve fakirliğini görüp O’nun sonsuz kudretine ve zenginliğine iltica etmesidir.

“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir.” (Sözler)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, insanın aczi ve fakrı için “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak” tabirlerini kullanır. Mutlak, yâni kendisine bir sınır çizilemeyen acz ve fakr.

İnsan, göze de muhtaçtır, ele de ayağa da. Ve bunların hiçbirini de yapacak güce sahip değildir. Muhtaç olduğumuz şeyler fakrımızı, onları yapmaya güç yetiremeyişimiz ise aczimizi ilan eder.

İnsanoğlu, dudağının önünde nöbet bekleyen havadan, toprağa, suya, güneşe, aya kadar nice mahlûkatı yapmaktan âcizdir ve bunların herbirine de muhtaçtır.

Nefsin mahiyeti kusur, acz ve fakr ile yoğrulmuş bulunuyor.

Kusur, noksanlık mânasına gelir ve kemâlin zıddıdır. Kusur denilince, ekseriyetle hatalar ve günahlar hatıra gelmekle birlikte, kusur sadece bunlara mahsus değildir. Yani her günah kusurdur, ama her kusur günah değildir.

İnsanın kusur yönü “acıkması, yorulması, uyuması, hastalanması, ihtiyarlaması, bir anda iki şey irade edememesi, aynı anda iki farklı yöne bakamayışı” gibi noksanlıklarıdır.

Öte yandan, insan sonsuz aciz ve fakirdir. Zengin olsun fakir olsun bütün insanların sonsuz denecek kadar ortak ihtiyaçları vardır.

Başımız mı bizim, gövdemiz mi, kollarımız mı? Hepsi Hakk’ın mahlûku. Bacaklarımız mı bizim, ayaklarımız mı, parmaklarımız mı? Hepsi Rabbimizin ikramı… Aklımız mı bizim, kalbimiz mi, hâfızamız mı? Tamamı Allah’ın ihsanı…

Biz kendimize mâlik olmadığımıza göre, bizden daha fakir kim olabilir?

Aczimize gelince; bizim ne dünyayı döndürmeye gücümüz yeter, ne de, kanımızı deveran ettirmeye. Bu noktada, bir bebekle en kuvvetli bir insanın, hiç farkı yoktur. Bu işler, bir İlâhî kudret tarafından görülmekte, icra edilmektedir.

İnsanın kusuru sonsuz olduğu gibi, Allah’ın da ‘kemâlat-i Sübhaniyesi’ sonsuzdur.

İnsandaki sonsuz fakra bedel, Allah’ın rahmeti sonsuzdur.

Ve insandaki sonsuz âcizliğe bedel Allah sonsuz bir kudret ve kibriya sahibidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım.
(2) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...