"Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan..." Buradaki vazife nedir?
Değerli Kardeşimiz;
"Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim."
"Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi."(1)
Üstad Hazretleri, bütün ömrünü ve mesaisini iman hakikatlerinin yazılması ve talimi üzerine bina etmiş; içtimaî hayattan ve siyasî meselelerden uzak durmuştur. Bu tavır zamanın şartları itibarı ile şuurlu olarak yapılmıştır.
Şu var ki, Üstad'ın eserlerine, hususen Münazarat ve Emirdağ Lahikası'na baktığımızda, içtimaî ve siyasî meseleleri de çok iyi tahlil ettiğini görüyoruz. Aslında bu müktesebat ve vukufiyet, fiiliyata dönüştürülebilir ve Üstad da siyasete girebilirdi, ama girmedi, girmemesi gerekiyordu. Çünkü kalplerde ve akıllarda yer etmeyen bir düşüncenin hayata aksetmesi, imkânsız olmasa da eksik ve muvakkat olurdu.Üstad, şartların müsaade etmemesi sebebi ile bunu yapamadığı için de üzüldüğü anlaşılmaktadır.
Buradaki "büyük vazife"nin “dünyaya bakmadığım için” cümlesinden, "dünyaya bakan bir vazife" olduğu anlaşılıyor ki, bu büyük vazife muhtemelen siyasettir. Üstad Hazretleri haklı olarak iman hakikatlerini çok ehemmiyetli görüp ona öncelik verdiği için, siyasetten içtinab etmiştir.
Üstad Hazretleri, büyük bir dünya vazifesi olan siyaseti neden bıraktığını şu şekilde izah ediyor:
"Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun."
"Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."
"Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor."
"Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok."(2)
Türkiye’nin çok partili rejime geçmesi ile mutlak baskı ve istibdadın kısmen kırılması ve demokrasinin az da olsa yerleşmesi gibi bir imkân ortaya çıktığı halde, Üstad Hazretleri buna iltifat etmiyor, imana hizmetini tercih ediyor. Zira siyaset topuzu ile iman nuru aynı elde durmaz.
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua.
(2) bk. Lem'alar, On Altıncı Lem'a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bu savunma Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine yazıldığına göre târîhi 1949’lu yıllardır. Bu yıllarda Anadolu’da yeni siyâsî gelişmeler başlamıştır. Aynı zamanda Bediüzzaman Hazretleri’nin de devre-i hayatında yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem Üçüncü Said devresidir. Isparta Hayatı’nın başında “Afyon hapsinden sonra Üstad--kendi tabirince--bir nevi Üçüncü Saîd olarak görünüyordu. Çünkü, bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezâhür edecekti; küllî bir inkişaf olacaktı.” denilerek Üçüncü Said devresinin Afyon hapsinden sonra başladığı görülmektedir.
Demek oluyor ki Bediüzzaman Hazretleri bu târîhten sonra (1949–50) “vatan, millet ve din namına mükellef olduğu büyük bir vazîfeyi” deruhte etmek için tekrar içtimâî ve siyâsî mes’elelere bakmaya başlamıştır. Çünkü âlem-i İslâm’ın Kur’ân ve sünnete göre imânî, İslâmî ve itikâdî ihtiyaçlarının yanında; siyâsî ve içtimâî ihtiyaçlarının da müceddid-i âhirzaman olarak tefsîr ve tecdidinin yapılması gerekiyor. Ümmetin istikameti noktasında girmiş olduğu âhirzamandaki bataklıktan kurtuluş reçetesinin tam olarak tahakkuk vazifesi tekmil edilmelidir.
Yine 1950’li yıllarda Anadolu’da yeni bir siyâsî hareket tezâhüre başlamış olup, bu harekete Bediüzzaman Hazretleri bigâne kalmamıştır. Bu noktaya şöyle işaret etmiştir:
“Bu defa, birkaç gün zarfında Ahrarların başına geçip milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle… bir hakîkati ifşa ediyorum.” Şöyle ki: ”Otuz beş senedir ki siyâseti bırakmıştım ve Nurculara da 'Bırakınız' diyordum. Sebebi, siyâset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münâfıklar dindârları perde yapıp dini siyâsete âlet; sonra da siyâseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından safdil dindârların hatırı için bir-iki defa siyâsete baktım, gördüm ki: Bizi bu üç-dört mahkemede 'Dini siyâsete âlet ediyor' diye ithâm edenler kendileri dessâsâne dini tezyif etmek için kendileri, sonra da siyâseti dinsizliğe âlet etmek için dinsizlik düstûrlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddat, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir meyusiyetim içinde, hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi (asm) Cemiyeti ile, ittihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve mânen bizimle, yani İttihâd-ı Muhammedî ile müttefik olan Ahrar fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeâir-İslâmiyenin başında olan ezân-ı Muhammediyeyi farmasonların zincirini kırıp ilân etmesiyle; siyâsetten kat'ı alâka eden, eskide 'İttihad-ı Muhemmedî' şimdi 'Nurcular' nâmını alan ve İttihâd-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risâle-i Nur benim bedelime konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim.”
Görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri “Ahrar fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı” diyerek otuz beş sene siyâset sahnesinde olmayan Ahrarların tekrar dirildiğini ve vazîfe başına geçtiğini belirtiyor. Burada özellikle Ahrarların bizimle (hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (asm) olan yüz binler Nurcularla), yani eskide "İttihad-ı Muhammedî" şimdi "Nurcular" nâmını alan ve İttihâd-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimizle müttefik olunması câlib-i dikkattir.
Ayrıca "Evet, Nurcular, siyâsetlerle alâkaları olmaz. Yalnız îmân hakîkatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyâseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşâallah, bir sebep çıkar (haşiye), o istibdâdı kıracak, mâsum ve mazlûm Nurcuları kurtaracak." cümlesindeki ‘Haşiye’ şöyledir: “Demokrat çıktı, bir derece kırdı.” Bir diğer yer ise Emirdağ Lâhikası’nda: “Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladığını gördüm.” şeklindedir. Bu başka cereyandan kasıt da “Demokrat çıktı” ifadesinin te’yididir. Yine bu çıkan cereyan ve sebep için Hilmi Uran’a yazılan mektupta da “Size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakâik-i imâniye nâmına çıksaydı, birden sizi mağlûp ederdi.” denilerek Demokratların ilk çıkan reisinin (Celal Bayar’ın) tam mükemmel bir reis olmadığı, ancak buna rağmen Ahrar Demokratların başına geçen bu mümessilin aleyhine de geçilmediği önemli bir noktadır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri meselelere şahıs merkezli değil, fikir ve misyon merkezli bakar.
Aynı tarihlerde Millet Partisi daha dindâr ve ekserî dindarların desteğini aldığı halde, zâhirî perdeler arkasında hükmeden âhirzaman fitnelerinin desîseleri Bediüzzaman Hazretleri’ne ihtâr edildiğinden hadiselere bu cihetten bakar ve baktırır. Zaman çok dehşetli olduğundan, maddî ve mânevî cereyanlar her şeyi kendi hesabına alıp istimâl ettiği için çok müteyakkız olunmalıdır. Kur’ânî prensipler olan Risâle-i Nur ile az mütehassis, metin, sağırca bir şahs-ı mânevî ile hareket edilmelidir.
Öyleyse “O vazîfe şimdilik bizde değildir.” Bizde olacağı zaman ise “yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla”dır.(Emirdağ-2)
Bu noktada ehil olanlar ise Üstadın tarif ettiği ve gösterdiği “Demokratlar”dır. Hem “Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar.” Şimdilik bizde olmayan maddî cihâdın (siyasî vazîfenin) muktezâsı ise; eskiden Ahrarlar, şimdi ise Demokratlar olarak gösterilmiştir.