"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'anın hârikulâde haiz olduğu câmiiyet ve vüs'at ile beraber..." Remz'in tamamını izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'anın hârikulâde haiz olduğu câmiiyet ve vüs'at ile beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı müraat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitab esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'anın kemal-i belâgatına delil ve bâhir bir bürhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalaletine sebeb olmuştur. Çünki zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisce, zekâca, gabavetçe bir değildir. Kur'an mürşiddir, irşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'an'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatabların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-ı hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'anın her bir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalalete düşer."(1)
Her peygambere kendi kavminin diliyle ve onların umumî seviyesine göre kitap ve suhuf indiren Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar bütün insanları irşad için gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’i, elbette öyle bir hususiyete sahip kılacaktır ki, bütün zamanlara kâfi gelsin.
Allah, zamandan münezzehtir; ilmi ezelî ve ebedîdir. Müslümanların Mekke’de nice zulümlere maruz kaldıkları ve hicrete mecbur edildikleri dönemi de bilir, Endülüs’te dünyaya medeniyet dersi verdikleri dönemi de, Selçuklu ve Osmanlı ile bütün dünyaya hâkim oldukları dönemi de.
Bütün bu farklı dönemlerin hepsine hitap eden Kur’ân’ın en mühim bir vasfı camiiyetidir. Yani, bir âyetin birçok manalar ifade etmesi, zâhir manasından başka işaret ve remizlerle gizli ve ince manaları da ders vermesidir. Zâhir mana ile bütün insanlara hitap ettiği gibi, işarî ve remzî manalarla da ilimde ve maneviyatta derinleşmiş muhataplarına daha başka hakikatleri ders verir.
Üstad Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de buna birkaç misal veriyor. Bunlardan birisi de “veşşemsü tecrî li müstekarrin…” âyetidir. Ayette geçen “lam/(li)” harfinin üç ayrı manaya geldiğini ve farklı muhataplara ayrı dersler verdiğini güzelce ortaya koyuyor. O izahlardan aldığımız dersi kısaca beyan edelim:
Âyet-i Kerîme, güneşin kendi müstekarrında, yani karar kıldığı mekânda bir cereyan halinde olduğunu haber veriyor. Dönmek manasına gelen devretmek fiili yerine, cereyan etmek fiilinin kullanılması çok hikmetlidir.
“Tecrî” kelimesi cereyan eder, demektir; doğrudan “döner” manasına gelmez. Ancak, avam bu kelimeyi güneşin döndüğü şeklinde anlamış ve âyeti böylece kabul etmişlerdir. Astronomi âlimleri güneşin kendi içinde birbirinden çok farklı dört hareketi olduğunu tespit etmişlerdir. “Tecri” kelimesi bu hareketlere de işaret etmektedir. Öte yandan, güneşin bütün manzumesiyle birlikte ayrı bir cereyanı vardır. “İnsan yürür” dediğimizde onun bütün organlarının da hareket ettiğini anladığımız gibi, güneşin cereyanını da bütün güneş sisteminin toplu olarak Herkül Burcuna doğru aktığı şeklinde anlayabiliriz.
İşte âyet-i kerîme bütün bu manaları ve daha başkalarını ders verecek bir camiiyete sahiptir.
Bu konuda Üstad Hazretleri şu çok ehemmiyetli bir noktaya dikkatimizi çekiyor; kısaca arz edelim:
Kur’ân, insanlara Allah’ı tanıtmak, iman hakikatlerini öğretmek ve ibadet vazifelerini bildirmek için nazil olmuştur. İster güneş dünya etrafında dönsün, ister dünya güneş etrafında dönsün, mühim olan bu nizamı birisinin kurduğu ve işlettiğidir. Kur’ân bunu ders verir ve insanlardan bu nizamı tanzim edene iman etmelerini ve rızasına uygun bir hayat sürmelerini ister.
Asıl maksat bu iken, Kur’ân-ı Kerim, dünyanın güneş etrafında döndüğünü açıkça beyan etseydi, son asırlara kadar bütün insanlık âlemi bu hükme inanmayacak ve İslâm’ı kabulden geri kalacaklardı. O halde, âyet-i kerîmeler hakikatleri o şekilde ders verecektir ki, avam inkâr etmediği gibi, âlimler de ondaki ince manaları ders alabilsinler.
“Eğer fencilerin iştihası gibi 'Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah’ın azametini anlayınız.' demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek îcabeder.”(2)
Hüküm ekseriyete göre verilir. İnsanların büyük ekseriyeti Kur’ândaki ince manaları anlama noktasında avam sınıfına girer. Kur’ân bütün insanlık âleminin hidayeti için nazil olmuştur; muhatabı sadece okumuş yahut fennî meselelerde ihtisas yapmış kişiler değil, her sınıftan insanlardır.
Belağat, “mukteza-yı hale mutabakat”, yani “durum neyi gerektiriyorsa ona en uygun ve en faydalı olacak şekilde konuşmak” olduğuna göre, Kur’ân’ın, evvela cumhur-u avamı muhatap alması onun belağatının en büyük bir delilidir. Hakikat bu iken, hasta olan nefisler bu tarz ifadeyi kendi vehimlerince bir noksanlık addederek, doğru yoldan sapmış ve dalalete düşmüşlerdir.
"Çünki zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisce, zekâca, gabavetçe bir değildir."
Bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in bütün zamanlara hitap etmesi, bütün fikirleri ve hisleri tatmin etmesi, her seviyeden insana yol göstermesi İlâhî hikmetin muktezasıdır.
Sözler’de Kur’ân tarifinin giriş cümlesinde şöyle buyurulur:
“Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…”
Buna göre, Kur’ân’la kâinat arasında çok yönlü münasebetler, benzerlikler vardır.
Aynı kâinat, her tür canlıya birlikte hitap eder. Serçenin de gözünü aydınlatır, filin de. Sineğin de rızkı onda hazırlanır, aslanın da. Bütün ciğerleri birlikte temizlediği gibi, bütün kulaklara birlikte ses verir. Bütün dillerin zevklerini tatmin eder.
İşte kâinat kitabındaki bu hususiyet, Kur’ân-ı Kerim'de de aynen mevcuttur. O da "fikirce, hisce, zekâca, gabavetçe" birbirinden çok farklı ve zamanları birbirinden çok uzak bütün insanlara birlikte hitap eder. Hepsine yol gösterir, hepsini hidayete ulaştırır.
Bunun en büyük şahidi tarihin bizzat kendisidir. Bütün zamanlarda ve her sınıf tabakada İslâm’ın nuruyla nurlanan kâmil mü’minler yetişmiştir. Bunlar saymakla bitmez. Medreselerden ve zaviyelerden çok büyük âlimler ve mürşitler yetiştiği gibi, avam tabakasından da kâmil imanları ve akıl almaz ihlaslarıyla nice veli kullar yetişmiştir.
"Hakikat-ı hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'anın her bir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalalete düşer."
Kur’ânda, Allah’ın sıfatlarını, isimlerini, kâinattaki harika nizamı ve ince hikmetleri ders veren ayetler olduğu gibi, harp hukukuna ve miras taksimine dair ayetler de vardır. Bu konular birbirinden ne kadar uzaksa, bu konuları ders veren ayetlerin üslupları da elbette birbirinden o kadar farklı olacaktır.
Cümlenin ikinci bölümünde geçen “muhatab” kelimesi insana bakar, “mütekellim” de Cenâb-ı Hak’tır. Dalalete düşmek ise istikametten uzaklaşmayı, doğru yoldan sapmayı ifade eder.
İnsanın kendi anlayışına yahut hususî zevkine uygun bir üslubu esas alarak mütekellimin yani Cenâb-ı Hakk’ın kelamına bakması ve Kur’ân’ın üslubunu kendine göre değerlendirmesi onu yanlış yola ve hatalı neticeye götürür.
"Cenâb-ı Hakk'ın Zât’ı mahlûkata benzemediği gibi ef'ali de benzemiyor" (3) hakikati O’nun kelamı için de aynen geçerlidir. Allah’ın kelamı da beşer kelamına benzemez. Bir insan, kendi kelamını ölçü alarak Kur’ân’ın üslubu hakkında konuşmaya kalkıştığında hakikatten uzaklaşır, dalalete düşer.
Her mevsimde ayrı ağaçlar yetiştiren ve ayrı meyveler ikram eden Allah, her kavme, her devrede onlara en uygun şekilde hitap etmiştir. Bütün kavimlere farklı dillerde indirilen kitap ve suhûfların hepsi Allah kelamıdır. Ancak, bu kelamlar o kavimlere göredir ve o devrin ihtiyaçlarına uygundur.
Bütün bu kelamlar Allah’ın insanlarla konuşmalarıdır. Meleklerle konuşması buna benzemez. Melekler nurdan varlıklar olduğundan, onların bizim anladığımız manada ağızları, dilleri, gırtlakları yoktur ki, mahreçli kelimeler çıkarsınlar ve öylece konuşsunlar. Onlara yapılan kelam kelimesizdir. Bunun küçük bir misali insan kalbine gelen ilhamlardır. İlham, kalbe kelimesiz gelir. Ancak, ilhama mazhar olan zat bunu aklıyla, hafızasıyla kelimelere döker. Kelime kalp için söz konusu değildir. Nitekim sevgimiz, korkumuz, şefkatimiz, acımamız da kelimesizdir. Bunları başkalarına ifade etmek istediğimizde kelimelere iş düşer.
Kur’ân-ı Kerimin bu şekilde nazil olması, Üstad Hazretlerinin ifadesiyle “bir tenezzül-ü İlâhîdir.”
“Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. … Eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sînâda işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve mercî edemezdi.”(4)
Tenezzülat-ı İlâhî; Cenab-ı Hakk'ın kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatleri onların anlayabilecekleri ifadelerle beyan etmesidir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm insanların anlayışına uygun bir üslupla değil de, Hz. Musa'ya Tur-i Sina'da yapılan hitap gibi nazil olsaydı, hiç kimse ona muhatap olamazdı. O zaman da Kur’ân insanlara “mürşid, rehber ve muallim” olamazdı.
Muhatabın seviyesine ve anlayışına göre konuşmak bir zarurettir. Kur’ân’ın muhataplarının ekserisi avam tabakasından olması, elbette üslup ve beyanın da buna göre olmasını iktiza eder. Allah, rahmet ve hikmeti icabı olarak, insanların takatine ve seviyesine uygun bir şekilde hitap etmiştir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.
(2) bk. age., On Dördüncü Reşha.
(3) bk. age., Zerre.
(4) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Birinci Mebhas
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Şimdi şöyle düşünebilir miyiz Mekke döneminde inen ayetler Medine döneminde inen ayetlere gors daha güzeldir Medine döneminde inen ayetlerde Mekke dönemine göre daha güzeldir Kur'an'ın her dönem farklı güzel olması tam anlayamıyorum her dönemde güzel olması lazım değil mi?