"Bu galebe neticesinde ehl-i hak zillete ve mahkûmiyete ve tasannua ve riyâya düşüp ihlâsı kaybeder... Bir kısım ehl-i dünyaya dalkavukluk etmeye mecbur olur." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat!"
"Bu müthiş maraz-ı ihtilâfa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz. وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا edeb-i Furkanî ile edepleniniz."
"Ve haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşâtı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telâkki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz."(1)
Burada; "Değerli vaktinizi dünyanın kıymetsiz ve faydasız işlerinde harcayınız" denilmiyor. Aksine dünyanın fani ve ehemmiyetsiz şeyleri için aranıza niza, ihtilaf ve anlaşmazlıklar girmesin deniliyor. Kalbinde dünya sevgisi, mal ve makam sevdası bulunmayan insan, hırsa girmez, fitne ve ihtilafa sebep olmaz, kimseyi taciz etmez.
"Belki, ehl-i hakkın, ekseriyetle âhirete ait olan faydaları düşünmekle, o ehemmiyetli ve kesretli meselelere hamiyeti, himmeti, mertliği inkısam eder. hakikî sermaye olan vaktini bir meseleye sarf etmediği için, meslektaşlarıyla ittifakı muhkemleşmiyor. Çünkü meseleler çok, daire dahi geniştir."(2)
Bu paragrafta ise Müslümanların düştüğü büyük bir hata nazara veriliyor. Müslümanların dünya meselelerini ehemmiyetsiz görüp dünyadan el ayak çekmesi iki şekilde olur. Birisi kalben diğeri ise kesben.
Dünyadan kalben el ayak çekmek, ona gönül bağlamamak güzeldir ve elzemdir. İnsan daha fazla hayır ve hesenat yapmak için çalışır, zengin olur, olmalıdır da; ama parasını kalbine değil, kasasına koymalıdır. Dünyayı ahiretin tarlası ve esma-i İlâhîyenin aynası olarak sevmek ve ona bu manada çalışmak, insanın kalbini dünyanın sefih lezzetlerinden uzaklaştırır. Zaten gayr-ı meşru zevkleri seven, insanın kalbi değil nefsidir, heva ve hevesidir. Esas olan; “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”tir. (Mesnevi-i Nuriye)
Kesb; kazanma demektir. Bu dünyada çalışıp kazanmak, bu kazançla hem kendine hem aile fertlerine helal rızık temin etmek, yine bu kazançla zekât farzını yerine getirmek, muhtaçlara yardım etmek esastır. Ancak, bütün bunlar yapılırken yaratılış gayesinin bu dünyaya hizmet etmek olmadığının bilincinde olmak ve kalbini ona bağlamamak gerekir. On Yedinci Söz’ün sonunda dünya için yapılan tariflerin her biri kalbi dünyaya bağlanmaktan alıkoyan mühim esaslardır.
Mesela dünya:
“Seyyar bir ticaretgâhtır.” (17. Söz)
Ticareti terk etmeyiz, çalışır kazanırız, ama işyerimizin eşyalarına da gönül bağlamayız. Nitekim her akşam evimize döndüğümüzde o eşyaların tamamını iş yerinde bırakırız. Hiçbirini yanımızda taşımadığımız gibi kabrimize de götürmeyeceğimizi bilir onları kalben terk ederiz.
Dünyanın bir başka yönü de “bir imtihan meydanı” olması. Âhiret dünyada kazanıldığı için dünyayı severiz, Rabbimizin isimlerine ayna olduğu için de dünyayı severiz. Onda çalışıp kazanmayı, bu kazancımızla güzel işler görmeyi, sevaplar elde etmeyi isteriz. İmtihan salonunda çok şeyler kazanırız, bu kazançları severiz, ilim öğrenmişsek ilmi severiz, ama okulumuzun, fakültemizin binalarına da gönül bağlamayız.
Evet, dünyayı kesben terk etmek doğru değildir. İşte Müslümanlar yanlış olarak dünyayı kesben terk ettiği için, meydan din düşmanlarına kalıyor. Oysa Müslüman, dünyayı kalben terk ederken kesben de içinde olmalıdır ki, onun nimetlerinden istifade etsin, güçlensin, din düşmanlarının karşısında zayıf ve ezik kalmasın.
Şanlı ecdadımız maddî ve manevî bakımdan terakki ettiği içindir ki, bir taraftan Viyana’ya, bir taraftan Mısır ve Şam’a, diğer yandan Umman Denizi’ne, beri taraftan Hint Okyanusu’na kadar uzanan muhteşem bir saltanat kurmuş, ilim, irfan, marifet, sanat, fen ve teknikte zirveye çıkmış ve altı asırdan fazla hüküm sürmüştü. Bir devletin ve milletin ilelebet payidar olması ancak ilim, marifet, sanat, ticaret ve bunların yanında adalet, birlik ve beraberlikle mümkündür. Düşmanların şerrini def etmek ve saldırılarını önlemek için zamanın şartlarına göre kuvvet hazırlamak, maddî bakımdan güçlü olmak Rabbimiz emri, Resulllah Efendimizin (asm.) tavsiyesi, tevekkülün esası ve aklın gereğidir. Bir ayette mealen şöyle buyurulur: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. (Enfal Suresi, 8/60)
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) bu ayetin tefsirini yaparken şöyle buyurmuştur: “Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.” Habib-i Edip Efendimiz (asm.) “Atmaktır” kelimesi üç defa tekrar ettiler.
Atmak, sadece ok atmak değil, zamanın gerektirdiği silahları yapmak demektir. O gün en büyük kuvvet, ok, at ve kılıç idi. Bugün ise top, tüfek, tank, uçaksavar ve füze gibi silahlardır. Düşmanların saldırılarını bertaraf etmemiz için, manen ve maddeten güçlü olmamız lazım. Maddeten zayıf olan devletler, güçlü olan devletlerin tahakkümü altına girmeye mecbur olurlar.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi:
“Bu zamanda i'lâyı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir.” (Hutbe-i Şamiye)
Hulasa, ne dünyaya gönlümüzü kaptıralım ne de dünyayı kesben terk edip zalimlerin oyuncağı olalım.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'lar, Yirminci Lem'a.
(2) bk. age.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Mümin kalbi Allah'ta eli dünyada formülünü samimi bir şekilde tatbik edebilirse kafirin dünya samimiyeti bir işe yaramaz. Çünkü iki hakikat bir hakikati döver. Hali hazırda ki Müminlerde iki hakikatte tam tatbik edilmediği için gavurların bir hakikati onlara galip geliyor. Kafirlerin dünyaya olan samimiyetinden maksat adetullaha sım sıkı sarılmalarıdır. Bizde maalesef bu yok.