"Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ‘ene’ namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künuz-u mahfiyesini onunla keşfeder." İzah eder misiniz?
- Emanet deyince kullanılamayan ve verildiği şahsın sahip olamadığı ve mülk edinemediği bir mahiyet anlaşılıyor.
- Enenin kâinatla, enaniyetin de künuz-u mahfiye ile münasebetli kullanımında acaba değişik bir mâna mı kastediliyor?
Değerli Kardeşimiz;
Ene, “ben” demektir. Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nisbet edebilmesidir. İnsan, güttüğü koyunlar için "Benim koyunlarım." diyebildiği halde o koyunlar, mesela, kendi ayakları için "Benim ayaklarım." diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.
İnsana bu imtiyaz niye tanınmış? "Benim aklım, benim elim, benim çocuğum, benim tarlam,.." diyebilmesi niçin?
“Arzın halifesi olduğu için...”
Halife, sultanın mülkünde, onun namına tasarruf eder. "Benim malım, benim mülküm." derken, mülkün hakiki sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin "Benim tüfeğim." yahut "Benim koğuşum." demesi gibidir.
Benlik hakikatte büyük bir nimet, büyük bir sermaye... Ama onu yerinde kullanmak şartıyla...
Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, onun emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla...
Hiçbir icraatına şahsi reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla...
"Nefsini bilen Rabbini bilir." sırrına ermek, "ben" diyebilmeyi bir anahtar yapıp "o" diyebilmek şartıyla...
Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmaması şartıyla...
Kendi varlığını düşünürken, "Bana bu varlığı kim lütfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak odur." diyebilmek ve mutlak varlığın ancak ona mahsus olduğunu bilmek şartıyla...
İlmini ve kuvvetini düşünürken de "Bana ilmi tattıran elbette Alîm, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdir'dir." diyebilmek şartıyla... Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla...
Kâinat, bir yönüyle, "benlikten" uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz... Niçin?
Cevap tektir: “Hiçbirinde benlik olmadığı için.”
"Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasi vazifesini görüyor. Maalesef su-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete alet ederek tam bir firavun olur." (Mesnev-i Nuriye, Katre)
Vâhid-i kiyasî; mukayese unsuru, ölçek demektir.
İnsanoğlu ekseriyetle, sözlerine “ben” diye başlar ve “şunu yaptım, bunu ettim” diye sürdürür konuşmasını. Yaptığı işlere sahip çıkmakla, onları kendi hür iradesiyle tercih ettiğini ve öylece icra sahasına koyduğunu ifade etmiş olur. Hürriyet nimeti olmaksızın, kendisine zorla yaptırılan işlere ise sahip çıkmaz.
Demek ki, bu ve benzeri işlerde, konuşmalarda iki unsur birlikte iş görürler: Benlik ve hürriyet.
İnsan, benlik ve hürriyet sayesinde kendisine takılan ilahi hediyeleri kendine nisbet edebiliyor; “benim gözüm, benim aklım, benim kalbim” diyebiliyor. Ve bunları dilediği gibi kullanma hürriyetine sahip. Ama gözden ırak tutmaması gereken bir hakikat var: Bütün bunlar birer ilahi emanet. Gerek organlarını ve ruh dünyasını, gerekse, malını, mülkünü ve makamını sadece ve sadece Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmak durumunda.
İnsanoğlu, benlik ve hürriyet sermayesini nasıl kullanacaktır? Bu sualin cevabında iki şıkla karşı karşıya bulunuruz: Biri doğru, diğeri yanlış.
İnsan kendi ruhuna takılan sıfatları, hisleri, duyguları hür olarak kullanmakla birtakım işler görüyor ve kendisine verilen benlikle de bu işlere sahip çıkıyor. İşte, bu kabiliyetini ilahi marifet sahasında kullanabilirse, suale doğru cevap vermiş olur. Bunu nasıl başaracağı Nur Külliyatı'nda çok güzel bir misalle ortaya konuluyor. Bu misal bir anahtardır ve bizi çok hakikatlere kavuşturabilir.
"Mesela: Bir adam Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: 'Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da onun kudretindedir.' diye vehmi bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder." (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde yaptığını bilir; ama yine de “Ben bu taşı kaldırdım.” diyerek o işe sahip çıkar. Zira o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.
İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasî yaparak der ki; “Allah da şu üzerinde durduğum dünyayı ilahi kudretiyle döndürüyor.”
İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra "mevhum hattı" bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.
Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahluk olduğu gibi, sıfatları da mahluktur. İnsan mümkün olduğu gibi, sıfatları da mümkündür. Ve nihayet bir mahluk olan insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.
Sözler’de benlik için, “Rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene” ifadesi geçer.
Önce işaretten başlayalım: Haritadaki bir nokta bir şehre işaret eder. Ama o noktada söz konusu şehrin ne yollarını, ne binalarını, ne de insanlarını bulabiliriz.
Bize takılan sıfatlar da ilahi sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, ilahi kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.
Numuneye gelince:
İnsanoğlu, mesela, bir ev yapacağı zaman önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir kâğıda döker. İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek o plana uygun bir ev yapar. İşte bütün bunlar birer numunedirler.
Biz bu numuneye bakarak deriz ki:
Şu kâinat sarayı önce takdir edilmiş ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir.
Ene, hem işaret hem de numuneleri câmi’ olduğuna göre, ondaki numuneler de işaretler gibi mahlûktur, kişinin kendine hastır ve bunların da İlâhî takdir, irade ve kudretle hiçbir benzerlikleri düşünülemez.
Şimdi şöyle bir düşünelim:
İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı insanın ilahi sıfatları tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?
Mesela, insana irade verilmeseydi ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp onu hür olarak kullanamasaydı, Allah’ın irade sıfatını bilebilir miydi?
İnsanın o cüz’î kuvveti ve kudreti olmasaydı, Allah’ın kudret sıfatını ve Kadir ismini bilmesi mümkün olabilir miydi?
Merhamet nedir, gazap nedir bilmeseydi, Allah’ın rahmetini ve kahrını nasıl bilecekti?Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
İnsanın Allahın irade sıfatını ve kudret sıfatını anlayaması sorumlu olmadığı anlamına gelir mi?
Ene Allahın sıfatlarını anlamakta mutlaka gerekli midir.Onda bozukluk varsa sorumlu olmama durumu olabilirmi?
Ene de bozukluk olmaz kısmına ben katılmıyorum.Çünkü bende basbayağı ene düzgün çalışmıyor.Mesela kendimde test ediyorum bu benim defterim.Bu benim kitabım.Bu benim gözüm.Bu benim aklım gibi.Hiçbirinde sahiplenme hissi oluşmuyor.Yani o enedeki sahiplenme hissini algılayamıyorum.Bana kalırsa siz yanlış düşünüyorusunuz.Çocukluğumda lisede çok akran zorbalığı çektim bence travmayla oluşabilcek bir durum.