Cenab-ı Hakk'ın kendi cemalini iki vecihle görmek istemesinden, yani biri muhtelif ayinelerde bizzat müşahede etmesinden, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmesinden maksat ne olabilir?
Değerli Kardeşimiz;
Allah, “Ganiyyün-anil-âlemîn”dir. (bk. Âl-i imrân, 3/97). Bütün âlemlerden müstağnidir. Yani yokluktan varlığa çıkardığı, yaratıp terbiye ettiği, her türlü ihtiyaçlarını gördüğü şu mahlukatın hiçbir şeyine Allah’ın muhtaç olmadığı açık bir gerçektir.
- Allah, Samed'dir. Yani, her şey ona muhtaçtır, o ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
- Allah, Vücibü’l-Vücud’dur. Mahlukatın vücutları (varlıkları) mümkin sınıfına girer; yani olmalarıyla olmamaları müsavidir. Allah’ın irade etmesiyle yokluktan kurtulup varlık nimetine kavuşurlar. Mümkinin varlığı vacibin varlığına nisbeten zayıf bir gölgedir. Bu zayıf gölgelerin varlıkları gibi, tefekkürleri, temaşaları, takdir ve tahsinleri de Cenab-ı Hakk'ın kendi cemal ve kemalini bizzat müşahede etmesi yanında gölge makamında kalırlar.
- Allah’ın zatı mahlukata benzemediği gibi görmesi, temaşası, sevmesi, gazap etmesi, takdir etmesi de mahlukatınkine benzemez.
Bu gerçeklerin ışığında, “Cenâb-ı Hakk'ın kendi cemalini iki vecihle görmek istemesi” bir ihtiyaç olarak değerlendirilemez.
Şu var ki, Allah’ın zatı hiçbir şeye muhtaç olmamakla birlikte isimleri tecelli isterler. Buradaki istemek ifadesi “esma” içindir.
"Şâfi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor." (Lem’alar, İkinci Lem’a.)
Hadis-i kutside haber verildiği gibi, “Allah vardı, hiçbir şey yoktu.” (bk. Buhari, Bed’u’l-halk, 1; Megâzî, 67.)
Hiçbir canlı yok iken, hiçbir rızık yaratılmamış iken de yine Allah Rezzak’tı, rezzakiyet onun bir şe’niydi. Ancak bu isim henüz tecelli etmemişti. İşte Rezzak ismi, tecelli etmek için rızıkların yaratılmasını, onlara muhtaçların da yaratılmasını ve bu rızıkların o muhtaçların imdadına gönderilmesini istedi. Cenab-ı Hakk'ın Rezzak ismine sahip olmasıyla tecelli etmemesi ayrı şeylerdir.
Yani Allah zatında ve ezeli olarak rezzakiyete sahip olmakla birlikte mahlukatın ve rızka muhtaç olanların ortada bulunmaması, bu ismin halk âleminde görünmemesine ve başkaları tarafından da okunmamasına yol açar. Oysa Allah -aşağıda da meşhur bir hadisi kudside ifade edileceği üzere- bilinmeye muhabbet ettiğinden bütün isim, sıfat ve şuunatının da bilinmesini irade etti. Böylece rızka muhtaç varlıkları da Rezzak ismiyle rızıklandırıp, bu ism-i şerifin tecellisine de yol açmış olsun. Mesela bir marangoz ustasının çok güzel mobilya yapabilecek sıfata sahip olduğu hâlde, mobilya yapmamasıyla o ünvanının görünmemesi gibi. Marangozluk sıfatı var, ama tecelli olmadığı için görünmez ve okunmaz.
Aynı şekilde, Müzeyyin ismi de tecelli istedi. Böylece ziynetli, süslü varlıklar yaratıldı.
Hakîm isminin tecellisiyle mahlûkat âlemine hikmetler, mânalar, faydalar takıldı.
Allah, rızka muhtaç canlılar yarattığı gibi, güzellikten, hikmetten, faydadan anlayan idrak sahibi varlıkları da yarattı. Canlıların rızıklanmaları gibi idrak sahiplerinin anlamaları da onların kendi menfaatlerinedir ve Allah’ın kendilerine bir lütfu, bir ihsanıdır. Allah; “Lâtif ve Muhsin” isimlerinin tecellisiyle bu varlıklara bu ikramlarda bulundu.
Bunların hiçbirine Allah’ın, zatı itibariyle muhtaç olmadığı her aklın rahatlıkla tasdik edeceği açık bir hakikattir. Esmanın tecelli istemesi ise ayrı bir meseledir; bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
Şimdi aklımızla vicdanımıza birlikte seslenelim:
Rezzak olan Allah, rızıkları yaratmasaydı mı daha iyi olurdu, yoksa yaratması mı iyi oldu?
Muhyi olan Allah, hayat sahiplerini yaratmasaydı mı iyi olurdu, yoksa yaratması mı iyi oldu?
Allah, lütfuyla bu ikinci şıkkı irade etti ve mahlukatı yarattı.
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de mahlûkatı yarattım.” (bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2/132.)
hadis-i kutsisi bu hakikatin en güzel ifadesidir.
Bazı Hak dostları, bu hadis-i kutsî ile “Rahmetim gazabımı geçti.” (bk. age., 1/448.) hadis-i kutsisini birlikte değerlendirir ve derler ki, “Allah bu âlemi yaratmasaydı esmasını tecellisiz bırakmış ve o tecellilerle varlık sahasına çıkacak nice varlıkları da yokluğa mahkûm etmiş olurdu.” Rahmeti gazabını geçtiği için, bilinmek istedi ve bu mahlukatı yarattı.
İnsan, nasıl kendi güzelliğini görmek ve göstermekten bir lezzet alırsa, aynı şekilde -ama kutsi olarak- Allah da Zat-ı Akdesine münasip bir keyfiyette, kendi sonsuz kemal ve cemalini görmek ve göstermekten mukaddes bir lezzet alır.
Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’ndir. Allah da mahlukatını sever ama bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. İşte bu ilahi muhabbeti, mahlukatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur; ama bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. İşte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor. Bunlar da şuunat-ı ilahiyedendirler. Allah’ın bütün mahlukatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.
“Her bir faaliyette bir lezzet nevi vardır.” hakikatından hareket ederek, kâinata nazar ettiğimizde, Cenab-ı Hakk’ın her bir fiilini icra etmekte, her bir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira akıl ancak mahlukat sahasında düşünebilir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar