"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Dimağda Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise"
"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.
Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan,
Taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.
Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Batıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde,
Safi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli." (Sözler, Lemeât, Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebiset.)
Üstad'ımız burada, insanın aklen bildiği şeylerin görünüşte aynı, fakat hakikatte farklı mertebelerde olduğunu ifade etmektedir. Böyle olduğundan dolayı, farklı olan bu mertebeler birbiriyle karıştırılabilmektedir. Şimdi, Üstad'ımızın verdiği bu silsileyi ve ne manaya geldiğini izah etmeye çalışalım.
Tahayyül mertebesi: Bu mertebe hayal ürünü olarak bilinen şeyleri temsil eder. Tahayyül mertebesinde bildiğimiz şeylerden herhangi bir nasibimiz yoktur. Çünkü mantıkça tahayyül hüküm değildir. Hatta "Hayal pilavı yemek karın doyurmaz." tabiri meşhur olmuş.
Tasavvur mertebesi: Bu mertebe, tahayyül mertebesinde hayal ettiğimiz şeylere suret giydirdiğimiz bir sahadır. Bu mertebede bildiğimiz şeylerden dahi insan istifade edememektedir. Çünkü tasavvur mertebesinde bildiğimiz şeyler de mantıkça hüküm mahiyetinde değildir.
Taakkul mertebesi: Bu mertebede bir meseleyi veya bir hükmü sırf akıl ile bilme söz konusudur. Dolayısıyla bir şeyin sadece aklen bilinmesi, o şeyi yapmaya veya ondan kaçınmaya yetmemektedir. Mesela, bir insanın namaz kılmayı bilmesi ona namaz kıldırmaz. Veya içki içmenin zararlı olduğunu bilmesi yine onu içkiden uzaklaştıramamaktadır.
Tasdik mertebesi: Bu mertebe aklın, kendisine göre doğruya ulaşma ve doğruyu bulma mertebesidir. Bu mertebede bulunmak da insanı imtisale sevk etmez. Ama bir işin yapılmasına hüküm vermek ve onu yapmaya azmetmek için mühim bir mertebedir.
İz'an mertebesi: Bu mertebe, akıl ve kalbin ittifakıyla bir meselenin anlaşılmasının adıdır. İşte insan bu mertebeye geldi mi, artık doğru bildiği şeyi yapmaya ve yanlış bildiği şeylerden kaçınmaya başlar. Namaz kılmak gibi tüm ibadet ve emirlerin imtisali bu mertebede olmaktadır. İçki gibi bütün çirkin işlerin terk edilmesi de bu mertebede olmaktadır.
İltizam mertebesi: Bu mertebe insanın bildiği bir şeyin kendisine vacib olduğunu bildiği bir mertebedir. İnsan nasıl yemek yemek, su içmek ve hava almak zorunda ise, aynı şekilde bu mertebede bulunan birisi, kendisine göre doğru bildiği şeyleri yapmaya kendisini mecbur bilir.
İtikad mertebesi: Bu mertebede bilinen şeyleri, insan hayatını hafife alacak kadar önemser. Mesela, bir insan namaz kılmanın lüzumlu olduğunu itikad mertebesinde biliyorsa, bu adama "Namaz kılarsan seni öldürürüz" diye bir tehdit vukubulsa, o kendi hayatını elbette hafife alacak ve hayatı pahasına namazını kılacaktır. Aynı adam içki içmemenin haram olduğunu itikad mertebesinde biliyorsa, yine bu adama içki içmesi hususunda tehditler yapılsa da onu hayatı pahasına da olsa asla kabul etmeyecektir.
İşte bu mertebelerin hepsi "bir şeyi bilmek"te birleşmektedir. Ama bunların hayalden kalbe doğru akışına göre, insanı o fiili yapmaya zorlaması söz konusudur.
Bazen, "İmamın dediğini yap, ama yaptığını yapma." veya "güya hacı veya hoca" gibi tabirleri duyarız. Bu gibi ifadeleri kullananlar, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ilim mertebelerinden habersizdir. Bazı insan bin bilir, ama bildiğinin çok azını belki de hiçbirini uygulamaz. Bazı insan da çok az şey bilir, ama bildiği şeyleri hayatına tatbik etmeye çalışır. İşte çok bilip uygulamayan kişi, bildiklerini taakkul mertebesinde bilmiş, ama az bilip uygulayan kişi ise bildiğini iz'an veya iltizam mertebesinde anlamış olabilir.
Bu sebeple ki, büyük zatlar hep "Ya Rabbi, bildiklerimi kalbime akıttır." duasını yapmışlardır.
Bir Başka Değerlendirme
İnsan, önce hayal etmekle başlar. Hayalde meselenin hakikati gözükmez. Zihinden hayaller, puslu düşünceler gelir geçer. Bu hayal ve düşünceler suret giyer ve birer mefhum gibi olur.
Sonra taakkul gelir; yani akıl, bu suretler üzerinde kendine göre bir neticeye varmaya çalışır ve bir kısmının veya tamamının doğruluğuna kail olur ki, bu, tasdiktir. O meselenin ilim hâline gelmesi için tasdik yetmez. Tasdiki iz'an takip eder. İz'anda bir kabullenme, teslim olma vardır.
Daha sonra iltizam gelir, yani düşünülen meseleye tam taraftar olunur.
Son olarak itikad ortaya çıkar. Artık meselenin doğruluğuna gönülden inanılmakta, ona bir nassa bağlanır gibi bağlanılmakta, muhalif fikirler veya iddialar tesir etmemektedir.
Bu mertebelerin her birinin bir hükmü mevcuttur. Mesela, itikad eden bir insanın fikirlerinde salabet (sağlamlık) görülür. İltizamda kalan bir insanda ise, taassub vardır; yani o, düşüncesinin doğruluğu konusunda fanatik tavırlar içine girer ve sürekli ona taraftarlık gösterir; gerektiğinde başkalarıyla kavga eder. Taraftarlık yaptığı, fanatikçe bağlandığı düşüncenin yanlış olabileceğine ihtimal vermez.
İz'anla yetinen insanda ise imtisale rastlanır. Bu insan, düşüncesine fanatik bir bağlanma içinde olmasa da onun doğruluğuna kaildir ve ona göre hareket eder.
Tasdik mertebesinde olan bir kişide ise; iltizam vardır. Yani bu kişi, ele aldığı meseleyi doğrulamakta ve onu gerekli görmektedir.
Taakkulde tarafsız bir muhakeme görülür. İnsan aklederken, eğer hakikati samimi olarak araştırıyorsa, olabildiğince tarafsız bir şekilde ihtimalleri değerlendirir.
Tasavvurda bîbehredir; yani, henüz ortada kesin bir şey yoktur; hayal-meyal bir suret vardır. Bu mertebede bir insan, ne fikrî ne de fiilî dünyası adına bir şey elde edemez.
Hayatlarını tahayyülde geçirenler ise, hep safsatayla uğraşırlar. Hezeyanlar, uydurmalar, delilsiz iddialar, zahiren doğru, ama hakikatte yanlış görüşler, zihinlerine misafir olur durur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Dimağda İlim Mertebelerinin Mahiyeti (Video: M. KARAMAN).
- İnsan Bildiklerini Neden Yaşayamıyor? (Video: Dr. B. SABAZ)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
1. Tahayyül: Hayal etmek... Hayal etmek bir hüküm değildir. Bu nedenle hayalimizdekilerden mesul değiliz. Ancak öncelikli olarak insan hayal eder. Sonra bu hayallere suret vermeye başlarız, yani tasavvur mertebesine geçeriz.
Düşünce hayalden başlar. Ancak “Hayal ile karın doymaz.”
2. Tasavvur: Hayal ettiğimiz şeye suret vermeye başlarız. Manalar hayalde suret giyerler. Bu suretlere tasavvur denir. Bu suretler bizim ilgi alanımıza ve gördüğümüz şeylere göre olur. Ancak bu da mantıkça bir hüküm ifade etmez. İnsan bundan istifade edemez.
3. Taakkul: Akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini bilmektir. Bir şeyi aklen bilmek de onunla amel etmediğimiz sürece fayda sağlamaz. Namaz kılmayı bilmek bize namaz kılmanın faydasını sağlamaz, içkinin zararlı olduğunu bilmek de onu içeni engellemez. Akıl zorlayıcı değildir; hatırlatıcıdır. Yine Allah’ı bilmek ve peygamberi tanımak ona imanı sağlamaz.
4. Tasdik: Bir bilginin doğru olduğuna kanaat etmektir. Bir şeyin doğruluğuna kanaat etmek ona inanmayı netice vermez. Bir şeyin faydasını kabul etmek, tasdik etmek onu yapmaya zorlamaz. Ancak azmetmek için bir mertebedir.
5. İz’an: Akıl ve kalbin bir şeyin doğruluğu konusunda mutabık olmasıdır. Akıl kabul eder, kalb de kabul eder. Bu mertebede kişi yanlıştan kaçmaya ve doğru olanı yapmaya başlar.
6. İltizam: Benimsemektir. Bu mertebede kişi bildiği şeyi yapmaya kendisini mecbur hissetmeye başlar. Yani yemek, içmek ve uyumak gibi yapma zorunda olduğunu idrak eder ve artık bunu alışkanlık haline getirir. Bediüzzaman, “İslâmiyet, iltizamdır. İman, iz’andır.” demiştir.
7. İtikat: Bildiği şeyi yapmaya inanır. Kendisini ona adar ve onun için mücadele etmeye başlar. Hatta bu konuda hayatını feda etmek derecesine gelir. “Öldürseniz bundan vazgeçmem ve geçemem!” der. İşte bu itikat mertebesidir. Bu mertebede iman kemale ermiş ve kişi “İman-ı Kamil!” olmuş olur.
Dimağın bu mertebeleri birbirine yakın ve hatta birbiri ile içiçe olduğu için “birbiri ile mültebis”tir. Yani tahayyül ile tasavvur, akıl ile itikat ve iz’an iç içe olan hususlardır. Bu nedenle de birbiri ile karıştırılmaktadır. Her birinden ayrı bir hüküm çıkarmak mümkün olduğu gibi bilgi ve anlayış seviyesine göre de gelişme kaydetmektedir.
“Kalbin ma’kes-i efkarı dimağdır.” der Bediüzzaman. Dimağın yukarıda saydığımız mertebeleri vardır. Zihin önce hayal eder, sonra onu tasavvur eder, sonra aklen yapıp yapamayacağına kanaat eder, sonra yapmaya karar verir. Sonra bu yapacağım şey doğrudur ve bana faydaldır der ve tasdik eder. Sonra nasıl yapacağını düşünmeye başlar ve kalbini bu konuda tatmin eder. Sonra bunu benimsemeye başlar ve artık yapacağına inanır. Bu nedenle hayalin tahakkuku ancak iman mertebesinde hayata geçer.
Amel ile iman arasında böyle bir ilişki vardır. İman ameli gerektirdiği gibi, amel de imanı güçlendirir. Bu nedenle İmam-i Şafii (ra) imanı tarif ederken “İman kalb ile tasdik, dil ile ikrar, azalar ile amel etmektir.” demiştir.
Bu nedenle Bediüzzaman “Gaye-i hayal olmazsa zihin enelere döner” der. Zihin artık yapmaya değil, yapıyor gibi iddia etmeye başlar. Bu da sonuçta insanın kendisini yapacağı şeye adaması yerine, enaniyetini güçlendirmeye adamış ve herkes bunları yapıp kendisine hizmet etmeye mecburmuş gibi hissetmeye ve başkasından belkemeye başlar. Buradan enaniyet kuvvet bulur. Gerçekte insan kendisini hayaline ve bu hayalini gerçekleştirmeye adaması gerekir.
Zihin arzularını gerçekleştirmek için önce hayal eder. Hayal hakikate uygun olmazsa bundan “Safsata” çıkar. Sonra tasavvur etmeye başlar. Tasavvurdan taakkul mertebesine geçmezse “bi-behre” olur, yani nasipsiz kalır. Taakkul mertebesinde düşündüğü aklettiği şeylerde “bi-taraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakikati bulmaktan uzaklaşmasın. Sonra gerçeği bulunca onu tadik eder. Tasdik de “iltizamı” gerekli kılar. Sonra benimser. Bir şeyi benimsemek onu iltizam etmeyi, taraftar olup savunmayı netice verir. Şayet bu savunma körü körüne olmazsa, yani “Muktezay-ı hali bilmeden ve nazariyatın tatbikatında hataya düşmeden” olursa makbuldür. Aksi taktirde “taassuba” saplanır. Taassub saplanmadan gerçekleri görerek ve olayları doğru yorumlayarak inancını güçlendirir ve savunursa bunda “Salabet” ve devamında “İstikamet” ortaya çıkar. İstikameti bulan kurtulur.
Ma şaa Allah çok güzel izah etmişsiniz Allah razı olsun