"Akıl" ile "Dimağ" ne demektir, farklı mıdır?
Değerli Kardeşimiz;
Rabbanî bir latife olan kalp, vicdan ve dimağdan beslenir. Birisi; vicdandan gelen, hissiyattan hâsıl olan izan ve idraktir.
Diğeri ise, dimağdan akseden fikirlerdir. Bu ikisi, kalpte birleşir, ondan sonra tasdik kıvamına gelir. Bu gibi kâfirlerde dimağdan, yani akıldan gelen kat’i ve kesin bir ilim ve delil varken, vicdan kaynağından gelen izan ve idrak olmadığı için, tasdik kıvam bulamıyor ve inkâra sapıyor.
Vicdan, Allah’ın hakkı ve doğruları insana fısıldar, dimağ ise, kâinat sarayında sergilenen muazzam hikmet ve sanatlardan aldığı malumatları kalbe ulaştırır. Yani insanın kalbini şekillendiren, besleyen ve inkişafına vesile olan şey vicdan ve akıldır. Akıl, dış âlemden aldığı malumatlarla kalbi aydınlatırken, vicdan da iç âlemin temsilcisi olarak kalbe istikamet ve mizan verir.
Kalp bu iki kanaldan aldığı malumatlar ile karar verir, tercihte bulunur ve tasdik fiilini yapar. Vicdanı temiz ve akli melekeleri sağlam bir insanın kalbi hükümleri de ona göre sağlam ve istikametli olur.
Dimağ, sistemin bütünüdür; onun bir parçası akıldır, aklın yeri ise dimağdır. Akıl, bir fabrikanın içindeki bir makine gibidir. Ama fabrikada sadece bir makine yoktur! Dimağın hafıza, muhakeme, zeka, hayal vb. küçük ve muazzam sistemleri vardır.
Hafıza için Üstadımız şunu söyler;
"..dimağının cebine koymuş."(1)
"Bu muhayyilenin dimağda kendisine tahsis edilen mahalli, bir hardal tanesi kadarken, her zaman bütün âlemi sinema şeritleri gibi hayal hanesinde dolaştırır."(2)
Dimağ, bir merkez gibidir. Hem içerden hem dışarıdan aldığı bilgileri hem işler hem depolar. Mesela, duyulardan topladığı malumatları işlenmesi için akla gönderir. Burada tahayyül, tasavvur ve taakkul merhalelerinden geçtikten sonra tasdik için akla yollar.
İnsan için hayal aslında büyük bir sermayedir. Düşünmenin ve onu takip eden terakki yolculuğunun da ilk adımı, ilk basamağıdır.
"Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."
"İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, Taassup iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir."(3)
Tahayyül mertebesi: Bu mertebe bir iş önce hayal edilir. Zaten her şey hayal ile başlar.
Tasavvur mertebesi: Bu mertebe, tahayyül mertebesinde hayal ettiğimiz şeylere suret giydirdiğimiz bir sahadır.
Taakkul mertebesi: Bu mertebede bir meseleyi veya bir hükmü akıl ile etraflıca tartmaktır.
Tasdik mertebesi: Bu mertebe aklın, kendisine göre doğruya ulaşma ve doğruyu bulma mertebesidir. Bir işin yapılmasına hüküm vermek ve onu yapmaya azmetmek için mühim bir mertebedir.
İz'an mertebesi: Bu mertebe, akıl ile kalbin bir mesele üzerinde ittifak etmesidir. İşte insan bu mertebeye geldi mi, artık doğru bildiği şeyi yapmaya ve yanlış bildiği şeylerden kaçınmaya başlar.
İltizam mertebesi: Bu mertebe insanın bildiği bir şeyin kendisine vacib olduğunu bildiği bir mertebedir. İnsan nasıl yemek yemek, su içmek ve hava almak zorunda ise, aynı şekilde bu mertebede bulunan birisi, kendisine göre doğru bildiği şeyleri yapmaya kendisini mecbur bilir.
İtikad mertebesi: Mesela, bir insan namaz kılmanın lüzumlu olduğunu itikad mertebesinde biliyorsa, bu adama "Namaz kılarsan seni öldürürüz" diye bir tehdit vuku bulsa, o kendi hayatını elbette hafife alacak ve hayatı pahasına namazını kılacaktır. Aynı adam içki içmemenin haram olduğunu itikad mertebesinde biliyorsa, yine bu adama içki içmesi hususunda tehditler yapılsa da onu hayatı pahasına da olsa asla kabul etmeyecektir.
Bazı insan bin bilir, ama bildiğinin çok azını belki de hiçbirini uygulamaz. Bazı insan da çok az şey bilir, ama bildiği şeyleri hayatına tatbik etmeye çalışır. İşte çok bilip uygulamayan kişi, bildiklerini taakkul mertebesinde bilmiş, ama az bilip uygulayan kişi ise bildiğini iz'an veya iltizam mertebesinde anlamış olabilir.
Akıl yapılacak işi uygun gördükten ve tasdik ettikten sonra kalbe gönderiri. Çünkü burada verilecek karar çok mühimdir. Elde edilen bilginin amele dönüşmesi için kalp ateşleme merkezi hükmündedir. Kalbe inen ve iz'an denilen mertebeye ulaşan kişi tasdik ettiği şeyleri imtisal etmeye yani uygulamaya başlar. Kalp ise ilhamen veya keşf ile değişik yollardan elde ettiği bilgileri de ekleyip dimağdaki akla yollar.
Burada kalp, arabanın ateşleme ünitesi gibi veya sobadaki odun ve kömürü yakan ateş gibidir. Arabanın her şeyi hazır olduğu halde ateşleme olmazsa çalışmadığı, sobanın her şeyi tamam olduğu halde kibrit çakmadan ateş hâsıl olmadığı gibi, kalpteki ateşleme mekanizması olmazsa (iz'an) imtisal ve uygulama hâsıl olmaz. Uygulama safhası iz'an dediğimiz akıl ile kalbin ittifakla bir meseleyi kabul etmesinden hâsıl olur.
Tasdik ve izan mertebesi, akıl veya kalp tarafından yapılabiliyor. Kişinin mertebesine ve istidatına göre bilginin kalbe geçici farklı derecelerde olabiliyor. Onun için kalbin makesi efkârı, dimağdır. Yani dimağdaki akıldır.
"Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır."(4)
Akıl ile kalp arasında sürekli bir bilgi alışverişinden dolayı olsa gerek, bazı âlimlerimiz; “aklın yerinin dimağ değil, kalpte veya kalbin süveydasında olduğunu” söylemişlerdir. Üstadımız ise "aklın yeri dimağdır" demiştir.
"Evet, muhabbet kalbte ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir..."(5)
Evet, akıl dimağdadır. Ama akıl bir değirmen gibidir. Değirmene buğday girmezse un olmaz. Onun için ilim burada çok mühimdir. Aklın sermayesi ilimdir. Yoksa akıl dimağda hapis kalır.
"Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler."(6)
Eskiden kalp hükümferma iken, şimdi akıl hükümferma olmuş. Bunları birbirinden ayırmak basiretsiz ve faydasız bilgilere ve bazen de tehlikeli / zararlı manalara yol açabilir. Her biri bir mizan ve mihenktir. Kalp ile akıl ayrılmaz bir sistem içerisindedir. Dimağ ise bu sistemin umumi adıdır.
"Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz."(7)
Dimağdaki akıl ve diğer aletleri olan muhakeme ve zekâ gibi latifeler, imanın bekçisi ve muhafızıdır. Delillerle ve fikirlerle imanı kuvvetlendirirler.
"Bazen de mücahiddir, bazen süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan."
"Kalb ile vicdan, mahall-i iman.
Hads ile ilham, delil-i iman.
Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı iman...
Fikr ile dimağ, bekçi-i iman."(8)
Dimağdan gelen bilgiler veya değişik hisler, akılda işlenip kalbin tasdikinden sonra dimağın mahfuzat deposu olan kuvve-i hafızada depolanır ve zekânın sermayesi olur. Bunlarla birlikte bazen bu yolculuklarda birbirini anlayamayabilirler. Kalpten çıkan manalar daha ulvi olabiliyor. Ulvi manalara akıl yetişemeyebilir. Onun için el dile; dil akla, akıl kalbe yetişmez, yetişemez.
"Kalb ve hayal, o Nun-u Na'büdü'den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: "Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir."(9)
Akıl için Üstadımız "...akıl dahi, his ve şuurdan süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır." der. Dimağ ise bu his ve şuurun oluşması için bilgi ve his kanalı vazifesi görür.
Akıl, farklı farklı malumatları birbirine irtibatlandıran bir melekedir. Duyulardan gelen malumatları hislere dönüştürür ve şuur oluşur. Bundan dolayı akıl, kudsi bir cevherdir. Dimağ ise duyulardan kendi içindeki akla yol açar. Bu duyular dimağın bir nevi kanalı ve köprüleridir.
"Çünkü kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır."(10)
"Hâfıza bir çeşit, akıl ayrı bir çeşit, fikir başka bir halde, kalb daha başka, kâmil insanlarda hal-i faaliyette olan diğer letaif daha başka bir şekilde, bâsıra, sâmia, zaika, lâmise, şâmme gibi havâss-ı zahirînin istiab ettikleri manevî sahalara nisbetle, nihayet derecede küçük bir dimağımda yerleştikleri halde, yekdiğerine karışmayarak, biri diğerinin vazifesine müdahale etmeyerek, ayrı ayrı vazifelerde, ayrı ayrı dairelerde gayet muntazam çalıştıklarını ve hattâ etıbbanın bile senelerce tahsil ederek içinden çıkamadıkları vücud-u beşerin her bir kısmının, her bir uzvunun inceliklerini görüyor."(11)
Akıl ile dimağ arasındaki farkı anlamak için zıtları ile düşünebiliriz. Dimağsız bir insan düşünülemez. Kalpsiz bir insanın yaşamayacağı gibi... Ama akıl bakımından bir insan derece itibariyle noksan yaşayabilir.
Bir başka değerlendirme:
İnsan, önce hayal etmekle başlar. Hayalde meselenin hakikati gözükmez. Zihinden hayaller, puslu düşünceler gelir geçer. Bu hayal ve düşünceler suret giyer ve birer mefhum gibi olur.
Sonra taakkul gelir; yani akıl, bu sûretler üzerinde kendine göre bir neticeye varmaya çalışır ve bir kısmının veya tamamının doğruluğuna kail olur ki, bu, tasdiktir. O meselenin ilim hâline gelmesi için tasdik yetmez. Tasdiki iz'an takip eder. İz'anda bir kabullenme, teslim olma vardır.
Daha sonra iltizam gelir, yani düşünülen meseleye tam taraftar olunur.
Son olarak itikad ortaya çıkar. Artık meselenin doğruluğuna gönülden inanılmakta, ona bir nassa bağlanır gibi bağlanılmakta, muhalif fikirler veya iddialar tesir etmemektedir.
Bu mertebelerin her birinin bir hükmü mevcuttur. Meselâ, itikad eden bir insanın fikirlerinde salâbet (sağlamlık) görülür. İltizamda kalan bir insanda ise, taassub vardır; yani o, düşüncesinin doğruluğu konusunda fanatik tavırlar içine girer ve sürekli ona taraftarlık gösterir; gerektiğinde başkalarıyla kavga eder. Taraftarlık yaptığı, fanatikçe bağlandığı düşüncenin yanlış olabileceğine ihtimal vermez.
İz'anla yetinen insanda ise imtisale rastlanır. Bu insan, düşüncesine fanatik bir bağlanma içinde olmasa da, onun doğruluğuna kaildir ve ona göre hareket eder.
Tasdik mertebesinde olan bir kişide ise; iltizam vardır. Yani bu kişi, ele aldığı meseleyi doğrulamakta ve onu elzem görmektedir.
Taakkulde tarafsız bir muhakeme görülür. İnsan aklederken, eğer hakikati samimi olarak araştırıyorsa, olabildiğince tarafsız bir şekilde ihtimalleri değerlendirir.
Tasavvurda bîbehredir; yani, henüz ortada kesin bir şey yoktur; hayal-meyal bir suret vardır. Bu mertebede bir insan, ne fikrî ne de fiilî dünyası adına bir şey elde edemez.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.
(2) bk. Barla, 160. Mektup.
(3) bk. Sözler, Lemeat.
(4) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 7. Ayetin Tefsiri.
(5) bk. Muhakemat, Birinci Makale, Birinci Mukaddime.
(6) bk. Munazarat.
(7) bk. Sözler, Lemeat.
(8) bk. age.
(9) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Risale.
(10) bk. Muhakemat, İkinci Makale, Hatime.
(11) bk. Barla, 160. Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bilgi, bir yolcu, Dimağ bir otobüs, Akıl, bir şoför, Şuur, bir direksiyon, His ve duygular ise yollardır. Nefis ise bir eşkiyadır. Vicdan ise bir trafik polisi...
direksiyon sende...
Hayata bakış açın senin elinde...