"Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye..." Devamıyla izah edip buradaki âyetin tahsisi hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez."
Taayyün; meydana çıkmak, âşikâr olmak mânalarına geliyor.
Teşahhus; bir şeyin şahıslanma, belirlenme ve tarif edilebilir hâle gelmesi demektir.
Tezahür; meydana çıkma vee görünme mânasına geliyor.
Allah’ın isimleri noktasında taayyün ve teşahhus, daha ziyade insan mahiyetinde görünmesi demektir.
Tezahür ise, her ismin kendine mahsus tecelli ve mânası ile ihtilafla yani diğer isimlerden farklı olarak zahir olmasıdır. Teşahhusu İlahî bu mânaya bakar. Yani Allah’ın Zat-ı Akdesinde cem olan bütün isimlerin birden insan mahiyetinde taayyün ve teşahhus etmesidir. Halbuki her isim farklı olarak zaten tezahür ediyor, buradaki teşahhus bütün olarak tezahür etmek ve görünmek mânasını ihsas ediyor.
Her bir ferdin “teşahhus ve taayyünü” kudret kalemi ile yazılmıştır. Yaratılan ve daha sonra varlık sahasına çıkarılacak olan bütün fertler, bütün varlık âlemi Allah’ın ilminde mevcuttur. Kudret kalemi bir ferdi yazarken, bütün fertleri de bilecektir ki onu başkalarına benzemeyecek şekilde yazsın ve yazıyor.
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız.” (Fatiha Suresi, 1/5)
Bu ayette geçen "na’büdü" cemi’ ifadesi külliyeti ve vahidiyeti ifade ediyor. “Yalnız senden yardım isterim” “Yalnız sana kulluk ederim” ifadesi ise, cüz’iyeti ve ehadiyeti ifade eder. Yani Allah’ın bütün kâinatın Rabbi ve İlahı olması külliyet ve vahidiyeti ifade ederken, her bir ferdin Rabbi ve İlahı olması noktası da cüz’iyet ve ehadiyeti ifade ediyor. Yani "bizim Rabbimiz" yerine "benim Rabbim" demek gibi. Allah bütün haşmet ve azameti ile kâinat simasında tecelli ve tezahür ettiği gibi, bütün merhameti ile de bir cüz’ ve ferdin simasında da tecelli ve tezahür etmeyi ihmal etmemiştir.
İnsan tek başına namaz kıldığında da “iyyake na’büdü”, yani “Biz ancak sana ibadet ederiz” der. Bu ifadede “cem’ ve cemaat” söz konusudur. Namaz kılan kişi, “iyyake na’büdü” diyenlerin tümünü cem ederek, yani hayalen bir araya getirerek bir cemaat teşkil eder ve onların hepsini kast ederek “biz” der.
Başka risalelerde bu konu daha tafsilatlı olarak ele alınmış ve namaz kılan kişinin “biz” derken üç cemaati niyet edebileceği, bunları cem ederek tümü namına “biz” diyebileceği izah edilmiştir. Hülasa olarak beyan edelim:
Birinci cemaat; yeryüzündeki bütün mü’minlerdir.
İkinci cemaat; fıtrî vazifelerini, yani kendilerine verilen vazifeyi yerine getirmekle Allah’a ibadet etmekte olan bütün varlık âlemidir.
Üçüncü cemaat ise, insanın bütün hücreleri, organları ve ruhuna takılan bütün latifeleri, duygularıdır.
Üstad Hazretleri; “İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellifin bulunur” buyurmakla bu üçüncü cemaate işaret etmiştir.
Hayal gücü daha ileri olanlar, tevhid halkasına bütün kâinatı dâhil edebilirler. Zira her varlık Allah’a ibadet ettiği gibi, Allah’ın birliğine de şahadet etmektedir.
Kâinatı dikkatle tetkik eden her akıl sahibi, aklî delille Rabbine ulaşacağından, sûrenin başından 4. ayete kadar Allah’tan “O” diye bahsederken, sonra “Sen” diye hitap etme makamına yükselir:
Karşımızdaki kişiyle konuşmamız hazırânedir, yâni o zât o anda hazırdır, bizi dinlemektedir. Biz de kendisine doğrudan hitap ederiz. O anda yanımızda bulunmayan bir kişi hakkında konuştuğumuzda ise gaibane konuşmuş oluruz. Karşımızdaki kişiye “sen” diye hitap ederken, gaibane söz ettiğimiz kişiden “o” diye bahsederiz.
Üstad Hazretleri Fatiha sûresinin tefsirinde, sûrenin başından “iyyake na’büdü” ye kadar Cenâb-ı Hakk’tan gaibane söz edildiğini, “iyyake na’büdü” de huzur makamına geçildiğini ifade eder.
Sûrenin başındaki; “Bütün medih ve sena âlemleri terbiye eden Allah’a mahsustur” cümlesi gaibane bir ifadedir. Bunun hâzırâne şekli şöyle olur: "Bütün medih ve sena sana mahsustur, sen bütün âlemlerin terbiye edicisisin."
“(O) Rahmân ve Rahîm’dir.” cümlesi de gaibanedir. Bu cümlenin hâzırâne şekli: “Sen Rahmân ve Rahîmsin.”
“Din gününün sahibi O’dur” cümlesinin hâzırâne şekli: “Sen din gününün sahibisin.”
Önceki gaibane tefekkürler mü’minin ruhunda bir huzur hâli doğurmuş ve bu hâl onu Allah’a doğrudan hitap etme makamına yükseltmiştir.
İşte gaibane hitaptan bu huzur makamına varıldığında; “Biz ancak sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım dileriz” denilmekle Allah’a doğrudan hitap edilir.
“İbadetim, kulluğum, muhabbetim yalnız sanadır Rabbim!" der, O’nun huzuruna çıkar, O’na doğrudan hitab eder, vahidiyetten ehadiyete intikal eder. Allah’a "sana” şeklinde hitab etmek ehadiyetin bir cilvesi oluyor.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Teşahhusat-ı ilahiyeye mazhariyet açısından Hz. Ebubekir ile Ebu Cehil arasındaki farkı izah edebilir misiniz ? İnsanın manevi terakkisi ile teşahhusat-ı ilahiye azalıp çoğalır mı?
İman farkı var Hz. Ebubekir iman ile Teşahhusat-ı ilahiyeyenin farkında iken Ebucehil küfür yüzünden bunun farkında değildir. İnsan manen terakki ettikçe teşahhusat-ı ilahiyeye ziyadeleşir. Gaflet ve dalalet ziyadeleştikçede teşahhusat-ı ilahiyeye azalır kaybolur.